Özel Haber / Gözde Çağrı Özköse

Örgüt içerisinde yer almış veya sistem içerisinde örgüte yardım etmiş kimselerin adının anılmadığı filmde, Fincancı, örgüt adına sahte işkence raporu hazırladığı iddialarıyla karşı karşıya kaldı. Bu iddialar, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın İşkence Atlası'na da işaret edilerek ortaya atıldı.

YouTube'da yayınlanan ve 140Journos tarafından üretilmiş "Adnan" başlıklı video ardından konunun gündeme gelmesiyle birlikte, Fincancı'ya karşı bir linç kampanyası başlatıldı. Ancak, Cumartesi Anneleri, Türkiye Tabipler Birliği (TTB), İnsan Hakları Gözlemevi (HRW), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD) ile kimi barolar, yazar ve gazeteciler gibi birçok kişi ve platform, Fincancı'ya destek mesajları iletti. Aynı zamanda film, 140Journos'un gazetecilik ve belgeselcilik etik değerleriyle ilişkisini de tartışmaların odağına çekti.

Cumartesi Anneleri Tihv

İletişimsel Kapitalizm, İslamcı Popüler Kültürde Kültürel İktidar Söylemi, Muhafazakârlığın Değişen Yapısı ve Muhafazakâr Medya gibi başlıklarla yayımlanmış akademik çalışmalara imza atmış KHK'li akademisyen Emre Tansu Keten, öncelikle Adnan belgeseliyle çok fazla tepki çekmiş olan 140Journos'un yaptığı işin tanımına değinerek, "140Journos bundan 12-13 sene önce, yola yurttaş gazeteciliği yapma iddiasıyla çıkan bir oluşum. O dönem sosyal medya oldukça yararlı, hatta liberaller tarafından “devrimci” bulunan bir yapıydı. Yurttaş gazeteciliği de, sosyal medya yardımıyla gazeteciliği ileri taşıyacak bir pratik olarak görülüyordu. Bu kuruluş da işe, özellikle Twitter üzerinden, habercilik yaparak başladı, ancak zaman içerisinde video üretimine ağırlık veren bir pratiğe doğru evrildi. 140Journos’la kurgusu, müzik tercihleriyle, kullanılan filtrelerle video şablonu oturduktan sonra, ekibin işleri popüler hale geldi. Bu aşamadan sonra, yaptıklarının gazetecilik olmadığını, ürettikleri işleri “yaratıcı belgesel” olarak tanımladıklarını vurgulamaya başladılar. Ancak yine bu süreçte, AB ve ABD’deki vakıflara fon müracaatında bulunduklarında, başvuru belgelerinde faaliyet alanlarını habercilik olarak tanımlamaya devam ettiler" diyerek, bunun nedenlerini sıraladı: "Bunun ikili bir nedeni var bana göre. Birincisi fon başvurusunda bulunurken gazetecilik yaptıklarını belirtmeleri, basın özgürlüğünün neredeyse yok edildiği bir ülkeden başvurdukları için bir avantaj sağlıyordu. İkinci olarak ise ülke içerisinde gazetecilik yapmadıklarını vurgulamalarının ticari ilişkilerinde gazetecilik ilkelerinin ayaklarına dolanmasını engelleyeceğini düşünüyorlardı."

"Onlar gazeteci değil" argümanı sorunlu

140Journos tarafından üretilen videoların gazetecilik ilkeleri ve etik kodlar üzerinden eleştirilmesi durumunda "Biz zaten gazetecilik yapmıyoruz" diyerek tartışmadan sıyrıldığını hatırlatan Keten, bu anlamdaki tutumları nedeniyle de meslektaşlarına yönelik şu eleştiride bulundu: "Gazetecilik mesleğini savunmak adına "onlar gazeteci değil" argümanına sarılmak da bu iddiayı tersinden savunmak oluyor. Oysa bu çok yanlış bir savunma. Faaliyetlerini gazetecilik olarak tanımlamasalar bile, eğer sahte belgesel (mockumentary) yapmıyorsanız, belgeselciliğin de gazeteciliğe oldukça yaklaşan ilke ve kuralları var. Yansızlık, dengelilik, gerçek olgulara dayanma vs. gibi ilkeler belgesel sinema için de geçerli. Üstelik, haber değeri taşıyan siyasi ve toplumsal meseleleri konu ediniyorsanız bu ilkeler on kat daha fazla değer taşıyor. O nedenle 140Journos’u gazeteci veya belgeselci diye tanımlayamasak da, bu şirketin gazeteciliğin ve belgeselciliğin yöntemlerini ve meşruiyetini kullanarak halkla ilişkiler videoları çekmesinin, bu iki mesleğin ilke ve etik kodlarına zarar verdiğine dikkat çekmemiz gerekiyor."

Emre Keten

"Girişimci gazeteciliğin" daha fazla kâra doğru yolculuğu..."

Keten, yine de 140Journos'u eleştirilerin odağına oturmasının, onu var eden çok daha geniş bir eğilimi gözden kaçırma tehlikesi barındırdığını düşündüğünü ifade etti. Gözden kaçırılanın girişimci gazetecilik olduğunu belirten Keten, devamla şu ifadeleri kullandı: "İnternetin bu denli yaygınlaşması, reklamcılığın çok büyük oranda dijital alana kayması, AKP’nin medya alanını, tamamen kendi lehine olacak şekilde, yeniden düzenlemesi bu eğilimi güçlendiren etmenler oldu. Girişimci gazetecilik basitçe, çok geniş bir anlamda gazetecilik faaliyetlerinin start-up şirket modeli etrafında icra edilmesi olarak tanımlanabilir. “Çok geniş bir anlamda” dedim, çünkü bu eğilime göre gazeteciliğe kıyısından köşesinden dokunan her faaliyet gazetecilik olarak tanımlanabilir, buna karşın bizzat habercilik faaliyetinin kendisi de gazetecilik olarak tanımlanmayabilir. Bu start-up’ların iş ve gelir modellerine, o dönemki projelerine, şirket imajlarına göre değişiklik gösteren akışkan bir iş sahası olarak ele alınmaktadır. “Yaratıcı” bir fikir ile yola çıkan bu şirketler, ilk başta yüklü bir fon ya da melek yatırımcı desteği ile işe başlasalar da, bunlar sürdürülebilir gelir modelleri olmadığı için, bir süre sonra temel faaliyetleri gazetecilik ya da işlerini nasıl tanımlıyorlarsa, değil gelir modellerini sürdürülebilir, çeşitli ve azami hale getirmeye çalışmak olmaktadır. Mesleki ilkeler ve etik kodlar bir yana tanımlı bir mesleğin varlığı bile bu gelir arayışının önünde bir engel oluşturduğu için girişimci gazetecilik, daha fazla kâra doğru olan yolculuğunda meslekler, disiplinler ve alanlar arasındaki sınırları kolayca aşabilmekte, hatta bunları silebilmektedir. 140Journos’un Babacan’la başlayan video serileri ile Teyit.org’un Maraş Depremlerinin ardından Fahrettin Altun’a yapmış olduğu işbirliği çağrıları, bu geniş açıyla birlikte daha anlaşılır olacaktır kanımca."

Emre Keten 2

Adnan filmi soruları yanıtsız bırakan bir halka ilişkiler malzemesi

140Journos tarafından yayınlanan Adnan filminin Epstein belgeseli ile karşılaştırılmasına ilişkin konuşan ve iki film arasındaki farkları değerlendiren Keten, "Epstein belgeseli, gazetecilik refleksleriyle kotarılmış, iyi araştırılmış, araştırma boyunca akla gelebilecek sorulara cevap üretmeye çalışmış ve çok ağır bir konuyu işlemesine rağmen duygusallaştırma çerçevesini sorumlu bir şekilde kullanmış bir belgesel. Adnan ise, duygusallaştırma çerçevesinin, incelikle hazırlanmış birtakım siyasi mesajlara izleyiciyi ikna etmek için kullanıldığı, gazetecilik reflekslerinin yer almadığı, iyi araştırılmamış bunun yerine resmi evraklara ve Kırıkkanat gibi isimlerin yazdıklarına dayandırılmış ve videoyu izlerken akla gelebilecek birçok sorunun cevapsız bırakıldığı bir halka ilişkiler malzemesi. Bundan önce yayımlanan ve Adnan Oktar’a yapılan son operasyonu odağına alan kedicikler bölümüyle birlikte düşündüğümüzde, tıpkı Babacan videosunda olduğu gibi, gerçek olgulara dayanarak bütüncül bir anlatı kurmak yerine, birilerinin menfaatine olduğu çok kolay anlaşılacak bir şekilde, kimi olguları saklayıp, kimi olguların altını çizen bir işe imza atmış 140Journos" şeklinde konuştu.

Film ile 3 ayrı mesaj verilmiş

140Journos tarafından yayınlanan iki videonun beraber ele alındığında 3 ayrı mesaj ilettiğinin açıkça görüldüğünü belirten Keten, "Birincisi, 2018’de Oktar’a yönelik gerçekleştirilen operasyon, (ismi verilmeyen) eski içişleri bakanına rağmen yapıldı; İkincisi örgütün 2000’lerin başında çökmesini, sahte raporlar hazırlayan, Fincancı engelledi ve üçüncüsü halihazırda emniyet güçleri Oktar’a yönelik süren davanın tamamen arkasında olmasına rağmen yargı içerisinde kimi odaklar Oktar’ı kurtarmaya çalışıyor. Birinci ve üçüncü mesaj devletin kendi içindeki hesaplaşmalarla ilgili elbette. Burada birilerine uyarı gönderiliyor video üzerinden. Ancak bunu yaparken, yıllardır başlarına dert olan işkence karşıtı ve adli tıp uzmanı bir hekimi karalamayı da ihmal etmiyorlar. Bunu öylesine gaddar bir şekilde yapıyorlar ki, çocuklara tecavüz eden bakanların, Oktar’ı güçlendiren siyasilerin, örgütü kollayan savcıların, para karşılığı haber yapan gazetecilerin, örgütle ilişki içerisinde olan patronların ismi anılmazken Fincancı hakkında beş dakika boyunca konuşuluyor ve örgütte uzun yıllar boyunca yer almış ve doğal olarak birçok suça iştirak etmiş bir isme, “Fincancı yüzünden yüzlerce genç kızın hayatı mahvoldu" cümlesini kurduruyorlar. Elvan Koçak isimli babanın ağır hikâyesinin dramatikleştirme çerçevesiyle izleyiciyi bu ithamlara hazırlaması da, öfkeyi artırmaya yönelik bir taktik" dedi. Bu anlatımı ispatlandırmak adına itirafçıların kimi iddiaları ve Fincancı’nın kitabının adının Oktar’ın kitabıyla benzer olmasının dışında bir belge veya kanıt olmadığının altını çizen Keten, "Fincancı’nın bu çirkin iddialara yanıt vermemesi için ise video yayına girmeden bir hafta önce sadece bir e-posta atarak kendisine söz hakkı tanıyacaklarını belirtiyorlar. Tam bir girişimci kurnazlığı. Hem Fincancı’ya bir cevap süresi tanımıyorlar, hem de ona ulaşmaya çalıştıklarına dair bir belge yaratmış oluyorlar. Bu e-postanın videonun kurgusu bittikten sonra atılmış olması ihtimali de oldukça yüksek teknik süreçler göz önüne alındığında" belirlemesinde bulundu.

A Haber pratiğini akıllara getiriyor

Kadınlardan Mehmet Begit'e istifa çağrısı Kadınlardan Mehmet Begit'e istifa çağrısı

"İşkenceyi olağanlaştırmayı da kapsayan bir devlet övgüsünün amaçlandığı muhakkak" diyen Keten, şu şekilde devam etti: "Son yıllarda sosyal medyada sıklıkla gördüğümüz, AKP’ye muhalif olduğunu söyleyen, bununla birlikte profil fotoğrafına Oktay Esat Yıldıran yerleştirip, “devlet ve hükümet ayrı şeyler” diyerek devleti ve onun bütün eylemlerini yücelten bir kesimin hedeflendiğini de söyleyebiliriz. AKP ve MHP’nin direkt olarak kapsayamadığı, bu nedenle aşırı sağ figürlerle ve onların faşizan fikirleriyle kontrol sahasına çektiği bu kesime ulaşmak için 140Journos doğru bir adres. Videonun yayımlanmasının ardından Fincancı’ya yönelik kin ve nefret içerikli mesajların ortalığı sarması da mesajın yerine ulaştığını gösteriyor aslında. Kısacası, Oktar’ı Adnan Hoca yapan, neredeyse, hiçbir ismi zikretmeyip, bütün suçu Oktar örgütüyle ideolojik olarak taban tabana zıt ve bir süredir iktidar tarafından alenen hedef alınan bir adli tıp uzmanının üzerine yıkmak, A Haber pratiğini akıllara getiren bir ucuzluk. Bu açıdan bu videoyu, ısmarlanmış bir halkla ilişkiler içeriği olarak tanımlamak gerekir. Bu içeriği A Haber üretse aynı etkiyi yaratmayacağını bilen odaklar tarafından ısmarlandığını söylemeye gerek yok sanırım."

Adnan Oktar davasını takip eden gazeteci Pelek: Mağdur kadınların şikayetlerini neden çektiğine bakmalıyız

Filmin yayınlanmasının ertesi günü X'te bir flood yayınlayan,1998-2003 yılları arasında İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) Milliyet gazetesi adına muhabirlik yapan ve soruşturmayı başından itibaren izlediğini söyleyen gazeteci Semra Pelek, Şebnem Korur Fincancı'nın çok haksız yere, korkunç bir şekilde suçlandığını belirterek, şu ifadeleri kullandı: "Videoda “işkence raporlarıyla davaya etki edilmeseydi bugün bu örgüt burada olmayacaktı” iddiası öne sürülüyor ki bu doğru değil. Bundan çok önce bir kişi dışında davada tanıklar, tehdit edilmediklerini belirterek, şikayetçi olmadı. Davayı bitiren de aslında bu oldu. O celse öncesi mağdur kadınların, sıraya girerek duruşma salonu önünde Adnan Oktar’ın annesinin elini öptüğünü gözlerimizle gördük. Elbette iddianamede mağdur olarak isimleri yer alan, Adnan Oktar çetesinin elinde şantaj kasetleri olan bu kadınlar tehdit edilmişlerdi. Bu nedenle onları bir kez daha mağdur etmemek için isim vermiyorum. Ama madem “belgesel” adında bir iş yapılıyor, hep birlikte Şebnem Korur Fincancı’yı suçlamadan önce, mağdur kadınların şikayetlerini neden çektikleri de araştırılsaydı. Videoda konuşan polis beyefendiden de aynı merakı beklerdim."

Semra Pelek

 İşkence yasağı insanlık onurunun bir kazanımıdır, yasaktır!

2000-2018 yılları arasında yer almış ve sonradan ayrılmış bir itirafçı olan Özkan Mamati'nin Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) bir yayını olan "İşkence Atlası" kitabına atıfta bulunması nedeniyle konuya müdahil olan, Şebnem Korur Fincancı'nın da Yönetim Kurulu'nda bulunduğu Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın başkanı Metin Bakkalcı, Fincancı'nın tartışmasız bir biçimde hedef haline getirildiğini vurgulayarak, bu girişimlerin sonuçsuz kalacağını ifade etti. Bakkalcı şu şekilde devam etti: "Şebnem bütün yaşamı boyunca yalnızca bu ülkede değil, dünyanın pek çok yerinde kendini işkencenin önlenmesine vakfeden bir kişidir. Bu konudaki birikimine de bütün dünyada saygı duyulur. Böyle bir kişinin itibarının azaltılması söz konusu dahi olamaz. Ama hedef haline getirlebilir ve bu aynı zamanda bir işkenceyi meşrulaştırma girişimidir de. İşkence ve yargılama sözcükleri arasındaki olabilecek tek ilişki işkencecilerin yargılanması meselesidir. Yargılama ile işkence arasındaki tek bağlantı budur. İşkence insanlık tarihinin acılarından süzülmüştür. İnsanlık onurunun bir kazanımıdır. Türkiye'nin de tarafı olduğu anlaşmalarda da işkence mutlak olarak yasaklanmıştır. Mutlak yasak şu demek, hiç bir istisna söz konusu olamaz, Savaş koşulunda, çatışma koşulunda, isterseniz dünyanın en kötüsü olarak hissettiğiniz bir insana işkence uygulanmasının söz konusu olamayacağını ifade eder. Kişiye göre değişecek bir kural değildir. Kim olursa olsun."

İşkenceye maruz kalanların onarım hakkı önünde engel

Hem TİHV hem de Şebnem Korur Fincancı'nın da dahil olduğu pek çok uzman tarafından oluşturulmuş, bir BM belgesi olan İstanbul Protokolü'ne atıfa bulunan Bakkalcı, devamla şu ifadeleri kullandı:

Metin Bakkalci

"Bir işkence iddiası varsa soruşturmanın ve belgelemenin hangi kriterlerde olacağını son derece açık formüle edilmiştir. Hekimler, sağlıkçılar, hukukçular, hepsi bunu esas alarak görevini yerine getirir. Söz konusu olayda sözü edilen İstanbul Protokolü ışığında hazırlanmış bir değerlendirme raporu. Bunun bilim dışı kimseler tarafından tartışılması söz konusu olamaz. Bunlar bilimsel ortamda tartışılabilir olan konulardır ve İstanbul protokolü ilkeleri ışığında bir tartışma gerektirir. Bir de pervasızca süreden bahsediliyor. Beş yıl sonra nasıl olabilir? Bunlar bilimdışı söylenmiş yok hükmünde cümlelerdir. Bizlerin ve pek çok başka uzmanlar tarafından gerçekleştirilmiş bilimsel çalışmalar, yanısıra TİHV'in 34 yıldır sürdürdüğü çalışmalar içerisinde hazırladığımız tıbbi değerlerin raporlarıdır. Defalarca kanıtlanmıştır. Yıllar geçse bile işkencenin fiziki ve ruhsal kanıtları hala ortaya konabilir, bu zamandan bağımsız bir meseledir. Bunu tartışmak anlamsızdır ancak bu tartışma işkence görenlerin onarım ve giderim hakları önüne engel getirecek bir sonuca da yol açmaktadır. Özünde işkenceyi meşrulaştırma girişimidir. Kabul edilemez. İşkencenin varlığına ait bir raporun adil bir yargılamaya da hiç bir engeli yoktur. Eğer bir engelden bahsedeceksek, Türkiye'de ne yazık ki herkes tarafından bilinen, hukukun üstünlüğü ilkeleriyle örtüşmeyen bu sistemden bahsedebiliriz."

Sebnem Koruru Fincanci

"Şebnem Korur Fincancı'yı hedef haline getirme girişimlerinin de, işkenceyi meşrulaştırma girişimlerinin de bir sonucu olmayacaktır" diyen Bakkalcı, hak savunucularının da bu konudaki çalışmalarının kuvvetleneceğini söyledi.

Oktar Adnan Gozalti

Neler olmuştu?

Adnan Oktar, 22 yıl içerisinde çeşitli suçlamalarla birkaç kez tutuklanmış ve serbest bırakılmıştır. Mart 1986'da Atatürkçülüğe ve laikliğe aykırı beyanat vermek suçlamasıyla gözaltına alınmış, ancak takipsizlik kararıyla serbest bırakılmıştır. Haziran 1986'da "Türk milleti değil, İslam milleti vardır" sözleri nedeniyle tutuklanmış, akıl sağlığı ile ilgili rapor sonucu tahliye edilmiştir. Ocak 1990'da yine Atatürkçülüğe aykırı sözleri nedeniyle gözaltına alınmış, ancak Cerrahpaşa Psikiyatri Bölümü raporuyla tahliye edilmiştir. Temmuz 1991'de İzmir'de gözaltına alınmış, ancak evlenen çiftin kendi rızasıyla olduğu ortaya çıkınca serbest bırakılmıştır. Kasım 1999'da yapılan operasyon sonucunda tutuklanmış, ancak zaman aşımı nedeniyle tutuklulukları sona ermiştir. Son olarak, Temmuz 2018'de İstanbul'da düzenlenen operasyonla tutuklanmış ve şu anda Silivri Ceza İnfaz Kurumu'nda tutuklu olarak yargılanmaktadır.

Editör: Ali Abbas Yılmaz