Dergah

En son komşumuzun horozuna taş atıp ölmesine sebep olduğumda, babam kolumdan tuttuğu gibi, beni Pir Hüseyin dergâhına götürdü.

Şeyh Efendi, rahlesinin başına oturmuş Kur’an okuyordu. Babam selam vererek içeri girince Pir Hüseyin, - Aleyküm selam Niyazi Bey; hoş geldiniz, safalar getirdiniz, dedi. Babam ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturmuş, başını da önüne eğmişti. -' Pirim; bu benim oğlum Veli’dir. Biz, dahi bütün mahalle şikayetçiyiz ondan; Bahçeci Ahmet’in çitini yakmak mı dersin, Hürrem Abla’nın yeni sağdığı sütü dökmek mi, nerde bir olay olsa altından işte bu oğlum Veli çıkar. Bugün de horozcu Tahsin Efendi’nin dövüş horozuna taş atmış. Zavallı hayvan oracıkta öldü, dedi. Şeyh Efendi, babamın anlattıklarını gülerek dinliyor, bir yandan da “Çocuktur, olur öyle şeyler.” diyordu.

Babam, - Pirim; ben de bilirim çocuktur ama bu böyle gitmez. Ben elimden geleni yaptım; nasihat ettim olmadı, dayak attım daha çok azdı. Pirim; kabul buyurursan, onu dergaha vereyim. Eti senin, kemiği benim; belki sizin nazarında edep, adap edinir, dedi. Pir Hüseyin, - Pekâlâ, Niyazi Bey; ancak ne yaparsam yapayım çocuğu benden alamayacaksın; ikide bir gelip, çocuğu yorarsın, demeyeceksin, diye şart koştu. Babam, - Pir Hazretleri; ne emredersen baş göz üstüne, deyip, beni dergaha teslim etti. Şeyh Efendi beni karşısına oturtup, - Yiğidim; ilk görevin dergâhın önünde beklemek olacak, dedi ve ekledi, bundan böyle sabah namazından sonra, dergâhın avlusundaki ağacın altında hiç kimseyle konuşmadan yatsıya kadar bekleyeceksin, dedi. Vakit namazlarında ve yemek vakitlerinde dergâha girecek, onun dışında avludaki dut ağacının altında yatsıya kadar bekleyecektim...

İlk geceden firar etmeyi düşündüm düşünmesine de,' her ne kadar annem merhamet edip beni eve alacak olsa babamın, kemiklerimi kıracağına emindim. Bu nedenle, bir kaç gün sabredeyim, dedim.

Sabahın köründe uyandırdılar. Sabah namazından sonra bir tas çorba içip dut ağacının altına gittim.

Benim oturmam için bir kütük parçası bırakmışlardı. Kütüğe oturup doğmakta olan güneşi seyretmeye koyuldum. Öğlene kadar zaman geçmek bilmedi. Gün lastik gibi uzadıkça uzuyordu. Öğlene doğru dergahta bir hareketlilik yaşanmaya başlayınca gelene gidene bakıp oyalanmaya çalıştım. Öğle, ikindi, akşam dergâha girip cemaatle namaz kıldım. Nihayet yatsı okununca bayram olmuş gibi sevinçle tekrar dergâha koştum. Akşam yemeğinden sonra erkenden uyudum. Bu, her gün böyle devam edip dururken, annemi özlemeye başlamıştım.

Ne var ki, ne annem, ne babam hatta kardeşlerim bile gelip beni sormadılar. Anlaşılan evdekiler bu durumdan memnunlardı. Biraz daha özlenirsem, eninde sonunda gelirler, diye kendimi avutuyordum ama iki hafta geçmesine rağmen gelen giden olmamıştı.

Bir Cuma günü, ben ağacın altında elimdeki çakıyla tahta parçaları yontarak vakit geçirmeye çalışıyordum. Cuma namazına gidecekleri için Pir'i almaya gelenler oluyordu. Bu sefer gelenin bizim horozcu Tahsin olduğunu görünce çok utanmıştım. Ne de olsa, onun horozunu öldürmek son vukuatım olmuştu.

Tahsin Efendi, at arabasını dergâhın kapısında bırakıp içeri girecekti ki, yanında tanımadığım, vezirler gibi parlak satenden bir cübbe giymiş bir adam, Tahsin Efendi’ye beni gösterip, “Bu kim?” diye sordu. Tahsin Efendi, - O mu? O velet dergâhın itidir, dedi. O, bunu deyince beynimden vurulmuşa döndüm, tam bildiğim en pis küfürleri edecektim ki, bunu duyan Pir'im,' Tahsin Efendi’ye, - O, dergâhın gülü, benim halifemdir, dedi ve ardından da Tahsin Efendi’ye, peki sen kimin itisin, diye sordu. Tahsin Efendi, kızardı bozardı sonra yanındaki adama, - Kardeş; yanlış yere gelmişiz, hadi buradan gidelim, dedi. At arabasına binerek dörtnala uzaklaştılar. Pir Hüseyin, - Atımı getirin, camiye gideceğim, diye çığırınca, sofulardan biri, kızıl yeleli boz atı getirip yularını şeyh efendiye uzattı. Pir de atına binip caminin yolunu tuttu.

Pir'imin horozcuya böyle demesi çok hoşuma gitmişti. Hatta o günden sonra dergâhtan kaçmayı düşünmekten vazgeçtim. Pir’imin halifesi olmaya layık olmaya çalışacaktım...

Haftalar geçip gidiyordu. Ben sessiz sedasız bu ağacın altında oturuyor, can sıkıntısından uğraşacak şeyler arıyordum.

İlkin tahta parçalarından kaşık, çanak gibi şeyler yaptım. Şekli hoşuma giden odun parçalarını yontarak vakit geçirmeye çalıştım. Zamanla güzel şeyler bile yapmaya başlamıştım. Daha sonra Kur’an okumaya başladım. Cami imamının yanında elifbayı bitirmiştim zaten, Kur’an’a geçmem hiç zor olmadı.

Her gün, ikindiden akşama kadar bir cüz okuyarak Kur’an’ı hatmettim. Daha sonra Yasin, Tebareke ve Saffat gibi sureleri ezberlemeye başladım. Neredeyse bütün kısa sureleri ezberlemiştim. Ancak Pir Hüseyin beni görmezden geliyordu. Sofuların yatsıdan sonra temizlik işleri için çağırmaları olmasaydı orada unutulmuş bir eşya gibi olacaktım. Ailemden de umudumu kesmiştim...

Bir gün, bir köpek yavrusu dergâhın önünde havlamaya başlayınca Pir Hüseyin dışarı çıkıp bu köpekcağızı beslememi istedi. İlk kez dut ağacının altında kös kös oturmaktan kurtulmuştum ama bu köpeğin başıma bela olacağını nereden bilebilirdim ki! Şeyh Efendi, “Bundan sonra görevin şu yavru köpeği aksama kadar dolaştırmak olacak.” dedi. Ona itiraz etsem de, beni dinlemedi. Ben de akşama kadar bu haylaz hayvanı dolaştırdım durdum. Bu serkeş hayvan, beni canımdan bezdirmişti. Elimden kurtulduğu gibi kasap Cemal’in çöplüğüne kadar gidiyordu. Kasabanın içinden onu güçlükle çıkarıp tekrar dergâha getiriyordum. Bir müddet de böyle davam etti. Ama ismini Turşu koyduğum bu köpeği adam etmeyi de başarmıştım hani...

Dergâhtaki ikinci yılımda bitmek üzereydi. Artık ben de sofular gibi vird almak, hatmelere katılmak, müezzinlik yapmak istiyordum. Cesaretimi toplayıp Pir'imin karşına çıkacak, artık bana adam akıllı işler ver, diyecektim. Tam ben bu düşüncelere yoğunlaşmışken bizim Pir vefat etmesin mi!

Pir'imin vefat etmesine çok üzülmüştüm. Belki ilk kez bu kadar çok ağlamıştım.

Dergâha taziye nedeniyle yüzlerce kişi gelip gidiyordu. Ben ise bundan sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Şeyh Efendi’nin yerine oğlu ve halifesi Osman Bey geçti. Taziyeler de azalmaya başlamıştı ki, fırsat bu fırsat, diyerek Osman Bey’in yanına gittim. - Şeyhim; babanız vefat etti, ben de ortada kaldım, dedim. Osman Bey, - Molla Veli; biz varız ya, sen neden ortada kalacakmışsın, dedi. Şeyh Osman, bana Molla Veli, deyince gururum okşanmıştı. - Estağfurullah, daha sofu bile olamadım; nerde molla olmak, dedim. Şeyh Osman, - Ne kadardır dergâhtasın? Diye sorunca, - İki yılı geçti geçmesine de, Pir Hazretleri zamanında ne vird aldım, ne hatmelere katıldım, dedim. Şeyh Osman, - Bu süre boyunca ne yaptın, ne öğrendin? Diye sordu. Ona, - Hemen hemen hiçbir şey öğrenmedim, deyince, - İki yıldır neler yaptın onu anlat bari dedi. - İlk yıl avludaki dutun altında oturup bekledim, dedim. - Hiç ayrılmadın mı? Diye sordu. - Yok, Pir’imden izinsiz hiç ayrılmadım, dedim. - O halde sabretmeyi öğrenmişsin, dedi. Peki, sadece oturdun mu? Diye sordu, - Arada kapkacak oydum, sonra Kur’an okuyordum orada, dedim. - O! Sen çok şey öğrenmişsin, dedi. Bir kere, Kur’an okumayı öğrenmişsin, dahası kapkacak yapmayı da, dedi. - İkinci yılımda Pir Hüseyin, bana bir köpek emanet etmeseydi, kim bilir, daha neler öğrenirdim. - Köpek, seni çok uğraştırdı anlaşılan. - Sadece uğraştırmakla kalmadı; çarşıda pazarda çok rezil etti beni. - Sen ne yaptın peki? - Ne mi yaptım? Onu adam ettim tabii ki; ben izin vermeden, adım atmaz hale geldi. - Maşallah, maşallah; tebrik ederim seni Molla Veli. Son bir şey daha sorayım; bu köpek meselesi insanın hangi yönüne benzer, hiç düşündün mü? - Tabii ki de düşündüm. Aynen insanın nefsine benzer, onu saldın mı, kasap Cemal’in çöplüğünde bulursun kendini, deyince Şeyh Osman gülmeye başladı. Daha sonra, - Kaşıkçı Şeyh Veli Efendi; ben sana icazet verdim. Sen de artık hem şeyh hem de mollasın, dedi. Buna şaşırmıştım, - Nasıl olur, ben bir kere bile vird çekmedim, hatmelere katılmadım; Pir'im vefat etmeseydi ondan daha çok şey öğrenecektim, dedim. - Bak, Molla Veli; sen çok şey öğrenmişsin zaten; senin için boşuna demedi ya “O, dergâhın gülü ve benim halifemdir.” diye. Şeyh Osman bunu deyince, gözyaşlarımı tutamadım. Pir’im benimle iki kelime etmeden beni molla etmişti.

Şeyh Osman’ın himmetiyle bana bir dükkan açtılar. Orada kapkacak satarak geçimimi sağlamaya başladım. Bir yandan küçük yaşıma rağmen iyi bir esnaf olmuştum, bir yandan da Şeyh Osman'ın derslerine devam ettim.

Arada Pir Hüseyin’i özlüyorum. O, en çok şunu derdi, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” diye.

Bilen söylemeden öğretir; tıpkı şeyhimin öğrettiği gibi. Bilmeyen, gece gündüz anlatsa hiç bir şey öğretemez...

Orhan Aksoy