“Dünya Bir Pencere Her Gelen Bakar Gider”

Son zamanlarda özellikle çok daha fazla görünür olan savaş, şiddet, eşitsizlik, taciz gibi olaylar hakkında yazmayı düşünmüyordum. Biz bize birkaç sergiden, konserden, tiyatrodan konuşup gidecektik.

Salt bir iyilik ve kötülük hali yok hayatta evet ama dönem dönem biraz daha baskın gelebiliyor kötü hissettiren günler.  Uykuları kaçıran, kaygıyı çoğaltan…

Toplumsal aktarım, sosyal medyanın daha da vazgeçilmez oluşuyla görünür oldu biraz da tüm bunlar. Dahası, kişi kendini tüm bu olup biten gündemlerden azade göremez hale geldi.

“Dünya hep böyle değil miydi?” diyeceksiniz belki. Evet, dünya yüz yıllardır böyle; savaş, şiddet, eşitsizlik, zorbalık dolu. Beş yüz yıl önce de, seksenlerde de doksanlarda da böyleydi. Dünya hep böyleydi, aynı anda içinde iyilik de barındıran.

Şiddetin dozu, tahammülün sınırlarını zorlayışı, hukuksuz, adaletsiz bulduğumuz noktaların artışı şu günlerde zorluyor. Dolayısıyla insan kayıtsız da kalamıyor olup bitene.

Sebepler çok boyutlu, çok katmanlı. Daha başka türlü bir hayat mümkünken bunlara tanıklık ediyor olmak çok üzücü. Üzüntüyü yaşamalı, yasını tutmalı. Acının kor halinde düştüğü kişiler için daha çok zaman gerekir belki yaranın soğuması için tabii ki. Taziyelerimi bildirerek buradan sabır diliyorum. Gücünün yettiğince düzeltebileceğini kendince düzeltmeye çalışmalı. Bunun birçok yolu var ve bu düzeltebilme ihtimali kişiyi ayakta tutuyor bence esasen. Ben bugün sanat konuşacaktım politika değil, fakat en kişisel olan da politik değil midir: Büyük pencereden bakınca fark edilen… Yine de politika beni alakadar etmiyor.

Sergiler,  konserler, tiyatrolar sezonu açıldı. Festivaller üç koldan; belediye, devlet ve piyasa kolları şeklinde. Bu ödenekli -ödeneksiz  “Kültür Sanat Festivali” mevzusu da derin bir mevzu.  Onu da yaz deftere…

Yaz deftere deyince aklıma yazma eyleminin iyileştiriciliği geldi. Oyumu umuttan yana kullanmak istiyorum. Arınmanın yollarından, terapi niyetine, her gün birkaç satır da olsa yazmanın iyileştirici gücünü hatırlatmak istiyorum. Mecal bulup bir yürüyüş yapmak,  birkaç satır yazmak, dileyenlere tavsiyem.  Amed Şehir Tiyatrosu’nun “Don Kixot” oyunu,  halay  sahnelerini  abartmış olsalar bile görülmeye değer, eğlendiriciydi, anlaşılır bir dili vardı.

Wêjegeh Amed mekânı yazın bile yazar söyleşileri yaptı o sıcaklarda. Bilen bilir Amed sıcaklarını. Mekânın programları devam etmekte, bir uğrayın derim.

Büyük pencereden bakınca; adından da anlaşılacağı üzere, kültürün, endüstrinin bir kolu olduğu ve yönetilir bir şey olduğuna vurgu yaparak,  Theodor Adorno’ nun kitabını hatırlayıp,” Kültür Endüstrisi, Kültür Yönetimi”nin bir parçası olduğunu görmemeyi tercih edebilirsem ( zemin şöyle kayganmış, saha şöyle darmış, oyuncu motivasyonu yokmuş başlıklarına da kulağı kapatıp)  Amedspor maçına  gidebilirim, sırf birlik duygusunu, coşkusunu yaşamayı hedefleyerek, çünkü futbolun en çok(bir tek) bu yönünü seviyorum. Futbolu hep hayata benzetirler ya çoğu zaman, çok eski bir oyun olsa da futbol, esas kurallı hale getiren, o kuralları belirleyen İngilizlermiş ilk. Hayatın kurallarını da İngilizler belirlemiş diyebilir miyiz o zaman bilemedim. O zaman halay…

İyisi mi ben hiç bulaşmayayım politikaya da size “Kültür Endüstrisi” başucu kitabımı önereyim.   O büyük pencereden bakınca zaten sanatı da sporu da eğlenceyi de nelerin yönettiğini ve istesek de istemesek de bu çarkın içinde olduğumuzu görüyoruz.

Günün sonunda, her şeye rağmen sakince, halayını çeken  “Heme’nin Öldüğü Günlerden Biri” filmindeki son sahne gibi “ O zaman halay” diyorum,  abartmadan halayı ama… Sanatın iyleştiriciliğne,  dönüştürücülüğüne güvenerek. Her şeye rağmen iyi kalabilmek de bir mücadele biçimidir diyerek.

Festivaller sezonunun yanı sıra balık sezonu da açıldı elbet. Dedik ya mutlak bir iyi ya da kötü an yok, iyisiyle kötüsüyle beraber her şey. Ekim ayının balığı da palamutmuş. Ben gidip bir palamut tarifi bakayım o zaman, biraz hayata karışıp… Görüşmek üzere.