Dünya nüfusu arttıkça ihtiyaç duyulan enerji miktarı da artıyor. Küresel enerji tüketiminin, 2000 yılı öncesine göre 2050’lere doğru 3 kat artacağı tahmin ediliyor. Öte yandan, petrol, doğalgaz, kömür ve nükleer enerji gibi “yenilenemeyen” enerji kaynaklarının doğaya ve insan sağlığına zararlı etkileri de düşünüldüğünde yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelimin önemi daha da artmakta.
Ulaştırmadaki enerji tüketiminin %95’inin petrolden karşılandığı düşünüldüğünde, sadece ulaşım alanında kullanılan enerjinin doğaya verdiği zarar ortadadır. Fosil yakıtların yanmasıyla ortaya çıkan karbondioksit (CO2) miktarı ormanların azalmasıyla giderek artmakta ve atmosferdeki diğer gazlarla birlikte güneş ışınlarının yansımasını engellemektedir.
İklim değişikliklerine neden olan “sera etkisi” küresel ısınmayı arttırırken, buzulların erimesiyle yeryüzündeki birçok alanın sular altında kalma tehlikesini gittikçe büyütmektedir. Bundan da öte, artan karbonmonoksit (CO) miktarı vücuttaki oksijen oranını azaltarak ölümlere yol açarken, kükürtdioksit (SO2) kanser vakalarını arttırmaktadır. İnsan sağlığını birçok açıdan yıkıma uğratan fosil yakıtların tüketiminin toprağa, suya her şeye zararının olduğu bilinmesine rağmen yenilenebilir enerji konusunda insanlığın aldığı mesafe yaklaşmakta olan tehlikenin boyutuyla kıyaslanamaz ölçüde geridedir.
Halihazırda başat olan enerji kaynaklarından petrolün 50 yıl, doğal gazın ise 200 yıl içinde tükeneceği tahminleri yapılırken, insanlığın hala daha yenilenebilir enerjiye geçiş konusunda kaplumbağa hızıyla hareket etmesini anlamak mümkün değil.
Yenilenebilir enerji kaynakları, “hidro, jeotermal, güneş, rüzgar, odun, bitki artıkları, biyokütle, gel-git ve dalga” şeklinde sıralanıyor.
Türkiye’de son yıllarda önemli oranda artış gösteren Güneş Enerjisi Sistemleri (GES), Rüzgar tribünleri, yenilenebilir enerji üretiminde belli bir kıpırdanmanın olduğunu gösteriyor ve gelecek açısından umut da vadediyor. Ancak ülkenin halihazırda içinde bulunduğu tablonun geneline bakıldığında alınan mesafenin Devede kulak bile olmadığı da ortada.
Bilinçsiz ve kontrolsüz bir şekilde tüketilen yeraltı sularının Konya Ovası’nı çöle dönüştürdüğü herkesin malumu. Aynı tehlike bölge illeri için de geçerli ancak halihazırda bu konuda yaklaşan riskin zerre kadar farkında değiliz ne yazık ki.
Tarımsal sulamada, barajların yıllardır harcanan onca emeğe, paraya rağmen hala daha cazibe sulama imkanları ile buluşamaması, yeraltı sularının kontrolsüzce tüketiminin önüne maalesef geçememiştir. Yeraltı sularının bilinçsizce tüketimi toprakların çölleşmesini koşullaması bir yana, halihazırda kullanılan yöntemin ciddi enerji tüketimi ekonomik sürdürülebilirlik açısından da ciddi sıkıntı oluşturmaktadır. Yeraltından çıkarılan su ile toprakların sulanması bir yandan geleceği tehdit ederken, güncel olarak da üreticilerin cebine ciddi bir mali külfet olarak yansımaktadır. Elektrik faturasını ödeyemeyen çiftçiler bir yandan elektrik dağıtım şirketleriyle sorunlar yaşarken bir yandan da borç batağına sürüklenmekteler. Enerji tüketim maliyetini karşılayamayan kimi abonelerin kayıtdışına yönelmeleri de yaşanan sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir.
Yıllardır yaşanan sorunlar ortadayken, yenilenebilir enerji kaynaklarının avantajları da biliniyorken hala daha bu alanda yeterli mesafenin alınamamış olması anlaşılır bir hal değildir.
Yılardır tamamlanamayan sulama kanalları gerçekliği biran önce çözülmesi gereken bir kör düğümdür. Yeryüzünün suya kavuşması, yeraltı sularının bilinçsizce kullanımının da önüne geçecektir. Enerji israfının da doğanın korunmasının da bundan öte bir yolu yoktur.