Ayağını seğirterek geçtiği eşiğe dönüp tekrar baktı. Kapı eşiğinin hep ayni yerine basmış olacaktı ki aksak ayağı ahşap eşikteki çivit boyayı tümden yok etmişti Salih Ağa’nın.
Cilası kaybolmuş, lastiği parça pinçik olmuş ahlat bastonun da artık işe yaramadığını düşündü sağ omzundaki istiklal madalyasına bakarken. Dizindeki şarapnel kapı eşiğini bile eskitmişti.
O mu eskimeyecekti?
Ördek soba buz gibiydi. Bahçedeki çalı çırpılardan yaptığı demet kuruydu Allah’tan. Aksak ayağını her zamanki gibi düz uzatıp sağ bacağının üstüne oturdu. Sobaya odun parçalarını doldurdu, itina ile destelediği çıralardan bir tane alıp muhtar çakmağıyla tutuşturup sobaya attı. Soba tutuştu. Avuç içlerini harlanan ateşe doğru tutup bir iki de hohladı ellerine. Gözlerindeki katarakt bile mutluluktan yok oldu. Sıcağı oldum olası severdi ama gel gör ki yayla havasından da hiç kopamadı. Memleketti, doğduğu ve öleceği topraktı yayla. Altmış üç yıllık bedeni son üç yıldır ağır geliyordu Salih Ağa’ya. Güzidesi, kıymetlisi Mualla Hanım’ın yokluğu da yok ediyordu onu yavaş yavaş.
Lacivert emaye demliğe, yaz başından, mahallenin çocuklarına bahçesinden toplattığı ıhlamurdan bir tutam koydu, testideki sudan ekleyip sobada demlenmeye bıraktı.
Güçlükle ayağa kalktı, tel dolaptan peynirini aldı. Bir dilim ev ekmeğini de tepsiye koyarak pencere önündeki divana yerleşti.
Pencereden Arnavut kaldırımlı sokaktan gecen faytonu gözden kayboluncaya kadar izledi. Peynirden bir ısırık aldı. Ihlamur kaynamış, ördek sobaya taşan buharından da oda mis gibi kokmuştu.
Bir bardak doldurmuştu ki bahçe kapısının çıngırağının sesi duyuldu.
Postaa Salih Ağa! Diyen Postacı Hikmet Efendi’den başkası değildi gelen.
Almanya'da gurbetçi oğlu Osman'dan, mektup vardı. Osman, bir yıldan fazladır yabanlardaydı. Salih Ağa’nın aklının ermediği işlere karışmıştı Osman. Ankara'da avukatlık mektebindeydi. Beşinci ayin beşinde Kızılay Meydanı’nda toplanan gençlerin arasında ne işi vardı? Yanı başında arkadaşı öldürülüverince, Osman'a da bir haller olup bırakmıştı mektebi. Altmış iki ocak ayında da Almanya 'ya işçi olarak gitmişti.
Titreyen elleriyle son dünyalığı Osman’ından gelen mektubu açtı. Mutlu, buruk, heyecanlı, gözleri yaşlı, karmakarışık bir halde okudu mektubu.
İyiydi, hastı, evlenmişti Osman. Bir Alman hatun almıştı. Opel'de vardiyalı işe girdiğini bir önceki mektubunda yazmıştı zaten. Güz girmemişti o zaman henüz. Beş ay sonra gelen ikinci mektubu da zarfa itina ile yerleştirip diğeriyle birlikte koydu, divandaki şiltenin altına. Yarım yamalak doymuş karnına rağmen bir tütün sardı. Soğuğa aldırmadan, pencereyi kaldırdı. Keyifle başladı tüttürmeye. Sokaktan geçen bir çocuğun, öksürmesiyle irkildi. Nadide’si geldi aklına. Nadide'si olmadan da beş kış geçmişti. Memlekete giren ince hastalık kıranı almıştı biricik kız evladını. İç geçirdi Salih Ağa.
Kurtuluş Savaşı, Afyon cephesi.
Ne şehitler görmüştü. Vatani kurtarıp Cumhuriyet ilan edildi diye sevinemeden ikinci dünya harbiyle, kıtlık, açlık, yokluğa da katlanmıştı. Kırkından sonra evlendiği kıymetlisi Muazzez Hanım'dan olan iki evladından biri şimdi bilmediği topraklarda yaşıyor, diğeri de bildiği bir toprakta yatıyordu.
Anacığıyla koyun koyuna.
Hayatı savaşlar, hastalıklar, ihtilal, mücadele, yokluk ve kayıplardan ibaretti.
Divandan sarkıttığı sağlam bacağıyla, ahlat bastonunu kendine çekti. Sigarası çoktan bitmişti. Açık penceredeki rüzgâr mı yoksa kendi mi içmişti, bilemedi.
Birden, şarapnel yediği dizinin sapasağlam olduğunu fark etti.
Aniden ayaklandı. Nadide'si kahve tepsisiyle içeri girdi. Muazzez Hanim da ördek sobadaki kuru fasulye dolu tencereyi karıştırıyordu. Yeşil gözleri divanda sonradan fark ettiği bir çift mavi gözle buluştu. Sağ göğsündeki madalyasına tekrar baktı. Pencereden içeri doğru giren karlar saman yastığa ve bir çift mavi gözün sahibinin sırtına doğru yağıyordu.
Hemen pencereyi kapattı.
Şaşkınlıkla
-Aman Paşa’m üşütmeyiniz. Kusura kalma, şaşkınlık… Hoş geldiniz deyiverdi.
O bir çift mavi göz de:
-Asıl sen hoş geldin! Salih Ağa dedi.
Postacı Hikmet Efendi, vermeyi unuttuğu diğer zarfla, geri gelip, Salih Ağa’yı gülümser halde sonsuzluğa gitmiş olarak bulduğunu anlatırken, komşu Makbule Hanım, kahveyi kimlerle içti acaba diye içinden geçirmeden edemiyordu. Aklinin almadığı şey cezve de ortada yoktu.