Vahdeti Sırf: Melayê Cizîrî ile doğan felsefe

Vahdeti Sırf: Yaratım yurdunda, yani var olmanın ilk damlası dediğimiz birliğin ilk nefesinde, vahdetname felsefemizle bizimde bir sözümüz olsun. Vahdetlik yurdundaki özümüzün güneşinde sırf duruşumuz, ne mutlakıyet, ne şahidiyet ne mevcudat ne de buna benzer bin bir açılım gibi değerli düşünceler bize yeterli değildi. Bir nar tanesini düşünün o nar tanesinin binlerce habbe oluşturur. Narı oluşturan binlerce habbe olan bakışların varlığı yanlış değil eksiktir. Bir narı oluşturan binlerce habbe narın bütününün gerçekliğine delil de olsa o habbelerin her biri narın tamamının ederi olmamalıydı. Onun için bütünde buluştuğumuz bakış açımızda parçalar bütünden bağımsız değilken aynı zamanda kendi varlık realiteleriyle bir bütünle bütünleşmiş parçaların varlığı da bize renk ve sırf nazarında illakilik katmaktadır. Bundan dolayı, vahdet dediğimiz bu buluşmanın birliğinde, yani yaratımın ilk noktasında olan ile olunanın bizden hem bağımsız değil hem de bizden gayrı değildi. Felsefe dilinde bizden hem içkin hem de aşkındı. Aynı zamanda bizden ne içkin ne de aşkındı.

Varlığın ilk hali nefeslenmeye bizim nefesimize aşk duyması bu aşkınlıkla içkinlik arasındaki bütünlükten gelir. Sonuçta su bir damlacıkta olsa ve okyanus devasa su parçası da olsa okyanusu oluşturan o damlacıktı. Aynı zamanda o damlacık hakikatinde okyanusun tamamı olmaması damlacığın varlık ederinden kaynaklanır. Damlacık damladayken damla, okyanustayken okyanus ederinde realite alır. Damla olması ile okyanus olması kendi varlık realitelerinden bağımlı da değil bağımsız da değildir. Bunu örneklediğimizde okyanusun içine bir bardak su attığınızda okyanusa kendi gerçekliğinden bir gerçeklik ekliyorsunuz. Ama aynı okyanusa toprak parçası serptiğinde bu durum realiteler farkından dolayı ilk etapta görüntü bozukluğu yaratacaktır. Onun için özlerin uyumu da çok önemlidir. Buradaki bakış açımızın nedeni varlığı varlığın varlığıyla ile kabul etmektir.

Okyanus sadece sudan ibaret olmadığı ve içinde yaşayan her canlı bir realitedir. Daha doğrusu okyanusu okyanus yapan içindeki bin bir oluşumun realitesiyle okyanus olur. Maksudumuz. Varlığı yok etmek değil, var etmektir. Kim kimin sayesinde kavgası yerine, okyanus balıkla, balık okyanusla bir bütündür. Kim kimin sayesinde var olur ayrı gayrılığına giremezsiniz. Vahdeti sırftaki bu bütünlük ve varlık gerçekliklerinin hakkına verdiğimiz saygı üzere bu hakikati ortaya çıkardık. Yoksa bir bütünlüğe aldanıp bütünlüğü oluşturan parçaları yok saymak her şeyden önce bütüne ve onu oluşturan parçalar gerçekliğine bir saygısızlık olur. Sonuçta gökkuşağını oluşturan renklerin benzemezlikleri de olsa ortaya çıkan bütünlük hem bütünlükle güzeldir hem de her bir rengin var olmasından oluşan bir gerçekliktir. Asıl aşk mevzumuz bu bütünlük, bütünlüğü oluşturan parçaların varlık ederi ve bu ederde oluşan nefesten gelir. Varlığa yaşam arayan nefesimiz de varın kendisinde kendisiyle aşk oldu.

‘Sehergeha ezel’ şiirimizde hak ve hakikatin ilk doğuşu ve muhtaciyetsizliğe realitesiyle kendi başına bir hakikat olduğu vurgusu vardır. Ama ‘Muhbetê’ şiirimizde aşk ikliminin oluşum bütünlüğünde bu bütünlüğü oluşturan parçaların oluşturduğu bütünlüğün ikliminden söz edilir. Bu bütünlük yani aşk hali ne parçalardan ibarettir ne de parçalardan ayrıdır. Sonuçta varlığın var olabilmesi için bir var gerekiyorsa o varın var olma şekil ve çeşitleri varın varda var olması için olmazsa olmazdır. Varın varda buluşması hak ve hakikatin parçasıdır.

 

Örneklem: Sorulduğunda çay bardağı canlı mı cansız sorusunda herkesin hemfikri cevabı, cansız olacaktır. Ama o cansız bardağa elimi uzatıp onu ağzıma getirip içindeki çayı içmeme ne dersin dediğimizde -ama bardağa can veren sensin- itirazı yükselir. Sonuçta o bardak senin sayende canlandı ve seninle can aldı. Hayatın her noktası da böyle değil mi? Bu bardağa can veren ben isem onun ruhu ve canı oluyorsam, bu bardak benim sayemde vardır diyemezsiniz. Sonuçta o bardağın canı da olsam o bardaktaki çayı içmeme sebep olan diğer hakikatte bardaktır. Bardaktaki çayı içmeye ihtiyaç duyan ben olduğum için bardak nazarında çayın bende olması için o bardağın gerekliliği bardağın benden bağımsız hakikatinden kaynaklanmaktadır. Bardaktaki çayın benle buluşmasına vesile olan bardağın varlığıdır. Çayın içimi için ben bardağın varlığına ihtiyaç duyar iken. Bardağın içindeki çayın benle buluşması için de bardak bana ihtiyaç duyar. Bu iki buluşmamızın çay içme lezzetiyle aşklaşması için ikimizin varlığı olmazsa olmazdır. Onun için her noktada sırf delil olsun diye bilinen bir hakikati tekrar tekrar ispatlamak şek şüpheden gelir. hakikat ışığı için aşık ve maşuk gerekiyorsa bu yanlış bir durum değildir. Sonuçta nefsin olması için bir nefes lazımken. Nefesin olabilmesi için bir nefs gereklidir. Bunu arayışta dile getirmek hak iken yaşayış boyutu ve aşk makamında bunu dile getirmeye gerek yoktur. Zaten hakikat hakikatiyle yaşam olmaya başlamıştır. Arayış, yaşayışa geçince hak hakikat söze değil alınacak nefese ihtiyaç duyar ve yaşayış ehli buna uymaya aşk nefesi olmuştu.

Her canlı bu şekil akışla can alıyorsa, kim kimin sayesinde noktasından bakarsanız hakikati ve hakikati oluşturan parçaları kaçırmış olursunuz. Bardak sayesinde çay içmem ile bardağın benim sayemde çay içme görevini yerine getirmesi bir muamma değildir. İkimizin ayrı ayrı gerçekliklerinin buluşmasında çayın yudumlanması bütünlüğünde bardak ve benim buluşmamda çay aşk olarak yudumlanıyorsa bu muamma değil aşk olmuş olur. Su ve ırmak, beden ve ruh, tohum ile toprak ve buna benzer tamamlanma buluşmalarında, oluşan bütünde ortaya çıkardıkları hakikatle, aşk makamı oluşur. Ama her biri tek başına bu hakikatin aşk boyutuna yetkin değilken varlıklarıyla bu bütünde etkin rol almaları aşkın hakikatidir. Onun için kimse kimsenin sayesinde değildir. Ruh sayesinde bedenimiz can alıyorsa, beden sayesinde ruh bir mekan elde etmesi bir muhtaciyetten değil bir aşk buluşmasıyla açıklanabilir. Onun için her şiirde vahdeti sırftan bahsetmemizi bekleyen acizler bizden bu acizliği beklemeleri acizliktir. Çünkü her kelimemiz bu oluşumun gerçekliğiyle süslüdür. Zaten aşk makamı bahsimiz aslında vahdeti sırfın hakikatle delillenmesidir. Aşk, Yarensiz olmazken Yaren de bensiz aşk olamamaktadır.

Hakikat sırrı bile bir dilberin bedeninden bize göründüyse koca Sır ve Nurun bile bir bedene ihtiyaç duyduğunu gösterir. Sonuçta muhtaciyet ile ihtiyaç çok farklı bir durumdur. Muhtaciyette birilerinin sayesinde durumu varken ihtiyaçta varın varlığı için başka bir varın olması gerekliliğidir. Sonuçta oluşan bu varlıkta her iki var birlikte bir bütün oluşturduğu için muhtaciyet olmaz. İki var için bir bütünlük ihtiyacında varların bir varda buluşması aşk iklimini oluşturuyorsa bu durum sırf ve illakilik bakışımızda olması gerekenlerdir. İllakideki mantık buna dayanır. İki varın varlık ederiyle beraber bütünde oluşturduğu nizam ve tamamlama bir muhtaçlık değil ihtiyaç meselesidir.

Vahdeti sırfta dediğimiz illaki, yani olmazsa olmazlık, mutlakıyetten daha ötedir. Sonuçta mutlakıyet tek bütünden bahis ederken Bizdeki illakilik bütün parça, parça bütün realitesinde her birinin ederinin hakkını hakkınca verir. Bu varlığın ilk noktası tespitimizde de aynıdır. Perdeler arkasındaki sırlar tek başına ifşaya bir nefes aramaktadır bu nefes onun hakikati kadar haktır. Bu iki buluşmanın adresinde alınan nefesle hakikatin hakikatiyle aşk oluruz. Bu ruh ve beden ilişkisi gibi ikisinin buluşmasında yaşam, ayrılmasında ölüm olması gibi olmazsa olmaz olandır. Bu tespitimize vahdeti sırf dememizin nedeni de budur. Sırf illakidir, yani tek başına olmayanın birliğinde doğan birlikteliğin yanında bütünlüğün oluşumunun onu oluşturanlardan bağımsız olmadığı üzere olan illaki bakış açısına vahdeti sırf dedik.

Nasıl ki su dağın içinde sır ise ve ırmak olmadan akmazdır. Aynı durumda, ırmak da su olmadan kurudur. Her biri tek başına varlığa nefes olamayacağı için bu varlıkların bütünlüğüne ihtiyaç vardır. İşte bu ikilinin buluşmasıdır sırf ve illakilik. Ne su ırmağa muhtaç ne ırmak suya muhtaç ama her ikisinin varlıklarının buluşmasında oluşan akışta ikisinin buluşmasında doğan bir realitedir. İkisinin hem varlıkları hem de varlık birliktelikleriyle evrene yaşam olması vahdeti sırf hakikatinin oluşumunu gerekli kıldı. Herkesin hakkını hakkınca vermek gerekirdi. Her birinin ayrı gerçekliği aşk iken, iki aşkın buluşmasında doğan akışa evrenin cennetleşmesi, aşkın aşkla buluşmasının aşkça akışıdır.

VAHDETİ SIRF FELSEFESİ

Minnettarım layığında eli boş gelmedi elbet sunaktan
Dudağın lezzetten aşkça aktı gönle taşadurdu
Aşk işareti farklıdır kelam-ı kaleme nazıdır dudaktan
Döküldüysek sendendir hoş halimizi açadurdu

Ruhumu cezbetti elbet içtikçe mestane etti sunaktan
Ruh şahit vardım lezzetine aşk kendim oladurdu
Açılan rengin ahenge uyandık elbet nefesi dudaktan
İkramla şereflendik hicap sır perdeden akadurdu

Vahdeti sırf saf kendidir mecazsız vücut bula sunaktan
Biz çeşmeyiz hoş her gelen bizden nefes aladurdu
Işık pervane ne bilsin halimiz bizledir gayrı dudaktan
Ateş sırftan saçar aşkça oldu özümüz secdedurdu

Nefese şifası ezelden bir bardak aşk içtiydik sunaktan
Ondan piştik haddim ederim kendime geledurdu
Süpheye saçıldı dili Nişani Mela kim göster dudaktan
İsteği buydu cana gönlüm iklimden serpedurdu

Kendimi buldum kendimle ışığı vücuda gelir sunaktan
Şaşırdım aşk bile vardı köşküme nasıl coşadurdu
Damladı şiir mısraya akan ilhamdı nefeslen dudaktan
Ölümsüzlük suyu serptik beytimizden içredurdu

-Melayê Cizîrî-

Lillahilhemd ji yarê me di dest cam e lebaleb (Şiirin edebi çevirisi) Edebi şerhi ve çeviri: Ömer Hattapoğlu’ya aittir.

Ömer HATTAPOĞLU

@fenafileyla