Dr. Ali Şeriati derki:
“İnsan kendisini bu toprağın üzerinde ve bu zindanı gökyüzünün altında yalnız ve yabancı görüyor. Bu evin kendi evi olmadığını biliyor.’’
2009 yılı Almanya trendeyim, çoğu kişi hayatin varlığını sorgular. Ben de bazen bu derya”ya dalarım su an öyle anlardan birindeyim.
Devam edelim varoluşu düşünüp, tartışmaya…
Hayat biz insanlara verilen armağan midir? Yoksa bir ceza mı?
Hayat; biz insanlara verilen nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi bilmediğimiz iki uclu (karanlık) bir serüven.
Bize verilen bu serüveni kim verdi?
Birçok kişi bu soruyu okuyunca bir yaratıcıya inanıyor ise kendi dilinden; Allah, Tanrı, Huda, Rab, God der muhtemelen.
Madem Allah Kâinatı; insanları, dünyayı yarattı, neden kelimeler dışında ona ulaşamıyor, konuşamıyor ve dokunamıyoruz?
Kendimizce anlamlar yükleyerek yasamaya çabalıyoruz.
Yaşamı, ölüm gibi bir gerçekliği telakki edersek karşımıza birçok düşünce çıkar mesela;
“ebedi uykunun” (ölüm) varlığını düşünerek dünya yaşamına çok bağlanamayız. Diğer taraftan ise ebedi uykuyu düşünerek kendimizce bir şeyleri elde edememiş olarak yakınırız, bu yakınma durumu kişilerde anksiyete (endişe, kaygı, korku) ye sebep olur.
O nedenle hayat zor ve kısa metrajlı bir zanaat, tabi anlayana. Önce farkındalık kazanıyoruz çocuğuz, sonra birey olduğumuzun farkına varıyoruz. Birey olmak; ayaklarının üzerinde desteksiz durmayı, bağımsız düşünmeyi gerektiren zorlu bir süreç.
Aile kültürümüz, sosyal çevremiz, kişiliğimiz ve hatta İçinde bulunduğumuz toplumun hali pür melali de bizim hayat güzergâhında hangi yola sapacağımızı gösteren bir pusula gibidir.
Tabi bireyin dışlandığı bir toplumda mecburen “Ben”i bırakıp biz oluyoruz. Tıpkı bireyselleşmiş bir toplumda “Biz” in devre dişi kaldığı gibi.
Sonra zaman eskitiyor insanları, tıpkı eşyalar gibi; olgunlaşıyoruz. Merdivenin son basamağında yaşlılık var, bir sure sonra dünyaya veda etme zamanımız gelmiş, kapıya dayanmıştır.
Bu minvalde, Bab”Aziz / filminden kısa bir diyalog ile doğum, yasam ve ölüme dair devam edelim.
“ölüm sonsuzlukta düğünümüzdür!”
“Hassan… Seni bekliyordum.”
“Beni mi bekliyordun?”
“Ölümüme şahit olman için.”
“Neden ben? Ben ölümden çok korkarım…”
“Biliyorum. Anne karnında karanlıktaki bebeğe denseydi ki: Dışarıda aydınlık bir dünya var, yüksek dağlarla dolu, büyük denizleri olan, dalgalanan düzlükleri olan, çiçekleri açmış güzel bahçeleri olan, dereleri olan, yıldızlarla dolu bir gökyüzü ve alevli güneşi olan… Ve sen, bu mucizelerle yüzleşmek yerine, karanlıkla çevrilmiş oturuyorsun…
Doğmamış çocuk, bu mucizeler hakkında hiçbir şey bilmediği için, hiçbirine inanmayacaktır.
Tıpkı ölümü karsılarken bizim gibi. İste bu yüzden korkarız. Ölüm nasıl olur da son olur Hassan oğlum, benim düğün gecemde mutsuz olma. Sonsuzlukta olan evliliğimin zamanı geldi.”
Tıpkı Mevlana Rumi’nin ölümü bir düğün gecesine (Şeb-i Aruz) benzettiği gibi.
Tren bizi rotamıza ulaştırdı ve ben kalemimi, not defterimi çantama bıraktım; düşüncelerimle birlikte yola koyuldum.
Hayat devam ediyor…