Toplumun döngüleriyle biçimlenen hayat, birçok noktada mutlak hasara açılan kapılarla doludur. Ancak toplumsallığın şekillenmeye başladığı günden bugüne, her türlü insanî güzelliğin başladığı noktada kadın vardırMasalların, destanların, öykülerin insanın hayalindeki ve imgesindeki atası mitlerdir. İnsan yaşamından taşıdığı izlerden yola çıkarak (bir İskandinav mitiyle örneklendirirsek: efsanelerinde dünyanın her karış toprağının tüm varlıklara paylaştırıldığı söylenir. Tanrılar gökte bulunur, insanlar yeryüzünde. Yeryüzünün altında ise çeşitli canlıların bulunduğu karanlık ve soğuk bir dünya… Bütün bu alanları birbirine bağlayan “dünya ağacı”dır. Ağacın dalları göğe, kökleri ise yerin derinliklerine kadar inmektedir. Hayvanlar tarafından sürekli kemirilen dünya ağacı, yeşil kalmayı başarmakta ve kemirilmesine rağmen yaşamın bütün güzelliklerini sunmaya devam etmektedir.

Evrenin zihninin kolektif olmasından yola çıkarak bir uyumdan söz edebiliriz. Uyumun temelinde dünya ağacının çabası akla gelir ve bu noktada ağacın, kadınla olan benzerliği ne muazzamdır! Ataerkil anlayışın kemirgen yapısı, kadının gelişimini sürekli baltalamıştır, ancak bütün bu baskılama çabalarına rağmen kadın, yaratıcı gücüyle bugün de hayatın temel taşlarını oluşturmaktadır. Dünya ağacı, yaratıcı gücü ve güzelliğiyle dişil varlığın ölümsüz bedenidir. Ağacın bedeninden kopan yapraklar da kimi zaman kitaplara dönüşen masallar zamanların sessiz tanığıdır.

 “Kurtlarla Koşan Kadınlar Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit Ve Öyküler” adlı kitap, kadına dünya ağacından yontulan bir pencereden bakıyor. Kitabın yazarı Clarissa P. Estés psikiyatri okuyan ve Jung üzerine doktora yapan bir ruh kâşifi. İnsanlığın dokunduğu her mekânı gezen Estés, kadınların yazılmamış, saklı tutulmuş, örtbas edilmiş tarihine dikkat çekiyor çalışmasıyla. Tamamlanması neredeyse çeyrek asır süren kitabıyla bir nevi bastırılmış kadın ontolojisini ve kadın realitesinin sahip olduğu yolu aydınlatıyor. On sekiz dile çevrilen “Kurtlarla Koşan Kadınlar”, dişil varoluşun iç/dış dünyası konusunda önemli bir çalışma ve bir klasik olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

 Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan kitap “Vahşi hayat ve vahşi kadın, ikisi de soyu tükenmekte olan türler.” cümlesiyle kadının konumuna dikkat çekici biçimde başlıyor. Devamında “Zaman içinde kadına özgü içgüdüsel doğanın yağmalandığına, bastırıldığına ve ezildiğine tanık olduk.” diyerek görüşünü pekiştiriyor. Tanık olmaya devam ettiğimiz kayıp gerçekliklerin binlerce izleği var. Düşünün ki eril usun kendi hayatını bile tanımakta zorlandığı coğrafyalarda kadının maruz bırakıldığı dayatmaları dile getirmek… Erkek, yaşam alanı içinde kadını var olmanın ötesinde dar kalıplar içine hapsediyor. Dolayısıyla, doğayla aynı öze sahip olan kadın, doğanın insanlar tarafından yaşamsal kaynaklardan mahrum bırakılması gibi nesneleşen bir hal alıyor. Var edilen, yok edilen, başkalaştırılan, sürülen, eksik bırakılan…

Doğayı istediği gibi kullanma amacı, insanın olağan ihtiyaçlarının sınırlarını yıkıp tamamen yok etme, bitirme ve sömürme faaliyetine dönüşmüştür. Bu dönüşümle beraber yaşamın ilkel gerçekliğinin insana sunduğu umut ve güzellikler geçmişte kalmıştır. İnsan-doğa ilişkisinde insanların birbiriyle çatışkıları ve birbirlerine hükmetme inadı bulunur. Bu olgu bilinenden daha fazla sorunun ana nedenidir. Bilincinin farkına varıp kimliğini doğadan ayrı şekillendirince “sınıf” kavramının vücut bulduğu hep anlatılır. Yalanın ve de gerçeğin varlığına dayanak olan onca yaşanmışlık tarihin karanlık kuyularında kalmıştır. İnsanın doğayı kendinden ayrı görmesiyle başlayan süreç de doğa ve kadının birbirine benzemesiyle devam etmiştir. Tabiat gibi vahşi kadın da “yollarını kaybeden, bir bilgiye ihtiyaç duyan, çözülecek bir sırrı olan, ormanda ya da çölde gezinip araştırma yaparken yoldan çıkan herkes için hem arkadaş hem de annedir.”

Vahşi kadın, öylesine engindir ki onun belli bir adı yoktur. Ancak onun sayısız doğasına bakmak için birçok isimle adlandırıldığı görülür: “Macarcada Ö, Erdöben  [Ormanın Kızı] ve Rozsomák [Kutup Porsuğu] olarak adlandırılır. Navajo dilinde insanlarla hayvanların, bitkilerle kayaların yazgısını dokuyan Na’ashjé’ii Asdzáá’dır [Örümcek Kadın]. Guetemala dilinde başka birçok ismin yanı sıra Humana del Niabla [Duman Varlık], yani sonsuza kadar yaşayan kadındır. Japoncada bütün ışığı, bütün bilinci getiren Ameterasu Omikami’dir. [Numina]. Tibet’te ona Dakini denir, kadınların içindeki duru-görüyü oluşturan dans eden kuvvettir. Ve böylece devam eder. Tıpkı onun devam ettiği gibi.” Görüldüğü gibi yeryüzünün birçok yerinde ve dilinde kadın, vahşi tabiat unsurlarıyla adlandırılmış ve böylece en açık-gerçek görüşün temsilcisi olmuştur. Ancak zamanla yaşam, ölçüsüzce ve fütursuzca bin bir türlü sınıfa ayrılmış ve kadının içinde dans eden duru-görü, tabiatın uçsuz bucaksız soluğundan koparılarak dar mekânlara sığdırılmaya çalışılmıştır.

Aklın ve kalbin yerini dünyevi tanrıların almasıyla erkin arzularına mahkûm olmuş, farkındalık bilincinden yoksun bir insanlık çıkmıştır ortaya. Ürkütücü, kalabalık, kaba ve ezici… Yaşamın tüm karelerine hazır, güçlü ve olabildiğince çarpık önyargılarıyla nüfuz eden bir tablo… Bu tablonun kurucusu erkeklik… İnsanlığın diğer yarısını tamamlayan cinsiyet… Fiziksel özelliklerinden gelen gücünü erillikle birleştiren, bunu da çeşitli ilahiliklerle süsleyerek üstün olma yolunda kullanan, yaşamı idame ettiren bütün mekanizmalar üzerinde tahakküm sağlayan cinsiyet…

Kadın ve erkeğin yaşamsal argümanlarını tayin eden unsurlar arasında daha çok eril usun kendi sorunlarına çözüm bulma mantığı yatar. Bu durum aynı zamanda kadının binlerce yıldır değişmeyen konumlandırılmasıyla kaotik bir hal alır. Kaotik varoluş üzerindeki irade ve kuvveti bilinçsel süreçlerini inceleyerek ve kadının varlığı hakkında bilinenin daha derinlerine inerek araştırıyor Clarissa P. Estés.

Başlangıcının nereye dayandığı konusunda kesin ifadeler olmasa da antik çağ felsefecilerinden Aristoteles’in düşünce temelinde bile akıl yürütme çizgisinde kadına yer verdiği söylenemez. Bu açıdan bakıldığında (Krotonlu Theano, İskenderiyeli Hypatia’yı saymazsak) felsefenin tarihî yolculuğunda kadın filozofların izlerine rastlanmamıştır. Kadınların filozof olup olmamasıyla ilgili bir durum değildir söz konusu olan. Varılan nokta her türlü düşünme gücünün ve yansımasının, yaşam biçiminin eril usa özgü olduğu kabulüyle ilgilidir. Antik felsefenin eril gücüyle sınırlı olmayan ve kadına dair ayrımın saltıklaştırıldığını, modern dünyanın ilerici kültürü olan batı dünyasında da her türlü yaşam alanından soyutlandığını görebiliriz.

“Sağlıklı kurtlar ve sağlıklı kadınlar belirli ruhsal karakteristikleri paylaşırlar: Keskin bir duyarlılık, oyuncu bir ruh ve yoğun bir kendini adama kapasitesi. Kurtlar ve kadınlar, doğaları, araştırıcılıkları, büyük bir dayanıklılık ve güce sahip olmaları bakımından yakın akrabadırlar. Sezgileri çok güçlüdür; yavruları, eşleri ve sürüleriyle yoğun bir biçimde ilgilenirler. Sürekli değişen koşullara uyum sağlamakta deneyimlidirler; tuttuklarını koparmalarının yanında çok da cesurlar.” Yazar, ruhsal arkeolojik bir kazı çalışması gibi vahşi doğanın en güçlü parçalarından olan kurtla özdeşleştirdiği kadının, yaratıcı gücünün başladığı noktaya kadar iniyor. Aslında kadının, doğanın gerçek bir parçası olduğundan yola çıkarak, kadınların ve kurtların vahşiliklerinin, inceliklerinin, fedakârlıklarının, sahiplenme duygularının ve benzeri birçok duyguyla aralarındaki psikolojik bağın bulunduğu mekâna iniyor Estés. Bu amaçla vahşi kadın arketipini eril gücün göremeyeceği ve fark edemeyeceği yerlerden tutmayı başarıyor. Sadece kendisine ait olan kadının gerçekliğini, özgürlüğünü bulabilmesi adına bu arketiple kaybolan, yitirilen ve olması gerektiği gibi olmayan bağının yeniden canlandırılması gerektiğini ileri sürüyor.

Eril us, yüzyıllardır ötekileştirilen, belli kalıplar içine sığdırılmaya ya da şekil verilmeye çalışılan kadını gerçek vahşi doğasından ayırmıştır. Ontolojisinden bu derece uzaklaştırılan kadın, çerçevesi belirlenmiş tabloya uygun olma yolunda bu realitesini dönemsel olarak kaybetmiştir. Böyle olunca eksiklik duygusunun yansımalarını daha çok psikolojik temelde yaşamaya başlamıştır. Estés kitapta kullandığı çeşitli anlatım biçimleriyle kadınların künhlerini keşfetmeleri adına birçok yönden çağrıda bulunuyor. Sosyolojik araştırmalar neticesinde bir araya getirdiği öykülerle kadının ontolojik imajına ait analizlere varıyor.

Estés, biriktirdiği öykü ve mitlerin simgesel, bilinçaltı öğelerinin derinliklerini irdelerken kadının kayıp olan yanlarını bulma ve anlama yolculuğu şeklinde kurgulamıştır eserini. Bu noktada tarihi ve bugünü çeşitli bağlantılarla bir araya getirmeye çalışmış, araştırmalarının temelinde de analitik psikoloji kuramını geliştiren Jung’un görüşlerini kullanmıştır. Yazar kitabın kurgusunu alışkın olduğumuz araştırma kitaplarından farklı bir boyutla oluşturmuştur: Öyküler, masallar, mitler… İnsan yaşamının ortak paydası olan  “bilinc”e varan yolları seçmiş; öykü, masal ve mitler aracılığıyla kadın psişesinin içinde olduğu birçok çıkmazdan özgürlüğe varmaları için pratik yöntemler sunmuştur.

“Vahşi kadın bütün kadınların sağlığıdır. Onsuz, kadınların psikolojisi anlamsızlaşır. Bu yabanıl kadın prototip kadındır… Hangi kültür, hangi çağ, hangi politika olursa olsun, o değişmez. Döngüleri değişir, simgesel temsilcileri değişir, ama özünde o hiç değişmez. Neyse odur ve bir bütündür.” Toplumsal örgütlenmenin ilkel zamanlarından bugüne kadının varoluşsal gerçekliği değişmemiştir ancak kadın ruhunun doğa imgesiyle olan benzerliği erkek egemen toplumu her zaman huzursuz etmiştir. Toprağın, bitkinin ve suyun mitolojik devirlerden bu yana kadın kimliğini kendinde barındırması tesadüfî değildir. Hiyerarşinin sadece insan ve doğayla sınırlı kalmayıp cinsiyet, din, kavim gibi birçok tahakkümsel kaynakla modern zamanlara ulaşmasını ve bu kalıntılardan kurtulmanın yollarını kadın varlığı üzerinden sunuyor Estés. Erken neolotik dönemdeki ana merkezli yaşamsal formlardan erkek ayrıcalıklı toplumlara evrilmek, sınırları çok dar sosyolojik sahalar oluşturmuştur. “Ana Tanrıça” kavramının ilkel birçok toplumda sahip olduğu imajın aslında doğanın bereketi olarak bilinmesi ve bilinen bu imgelemin kadın fizyolojisinde görünmesi, kadının bugün konumlandırılan yerinden ne kadar uzaklaştırıldığının göstergesi.

Kadının sahip olduğu gerçekliğin eril us tarafından nasıl değişime uğratıldığını ve kötülüğün kaynağı olarak gösterildiğini birçok örnekte görmek mümkündür. Havva’nın Âdem’i yanlış yönlendirmesi, Pandora’nın erkeği kötülüklere maruz bırakması, Gılgamış destanında Sümerli bir kadının Enkidu’yu gerçekliğinden saptırması, Circe’nin kötülüklerin kaynağı gibi gösterilmesi… Böylece kadına eksiklik ve sadece gerektiğinde erkeği tamamlayan bir parça olduğu düşüncesi atfedilerek kadın, eril gücün damgası şeklinde algılanmıştır.

“Kurtlarla Koşan Kadınlar”, feminist bir manifesto değil. Kadınlık, insanlığın yüzde ellisini oluşturan yanı ile insan soyunun yok olmasına karşı mücadele etme adına ilkel faaliyetlerin bir yerinde, sadece rahminin kurbanı haline dönüştürülmüştür. Herkesin ontolojik anlamda sahip olması gereken eşitlik dişinin aleyhinde bozulmuştur. Korkulması gereken bir güçmüş gibi sahip olduğu konumdan uzaklaştırılmasıyla “kadın” gerçekliği yitirilmiştir. Bununla beraber toplumsal katmanlar arasında özellikle de patriarka usuyla köreltilerek bugünkü haline ulaşmıştır.

İlkel zamanlarda olan ve bugün de devam eden çoktanrılı pagan inançlarda doğayla kadının üretkenliği ve merhameti sayesinde kazandığı itibar, tek tanrılı dinlerin etkisiyle yitirilmiştir. Kendi coğrafyamızda ya da yakın coğrafyalarda kadının hayatımızdaki yerine baktığımızda anne ve eşten öteye gitmeyen bir değerin olduğu görülür. İnsanlar arasında özellikle de tek tanrılı dinlerin etkisiyle şekillenen toplumsal ahlak, kadına dair birçok ifadeyi de kalıplaştırmıştır. “Kadının karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” ya da “Saçı uzun aklı kısa” gibi atasözü ve deyimler kadına bakıştaki olumsuzluğun yansımalarıdır. Bununla beraber “Cennet anaların ayakları altındadır” gibi ifadeler de eril usun kendi içinde nasıl bir paradoks yaşadığının göstergesidir.

“Psikolojik alanındaki çalışmaların çoğu, insanlardaki yoğun kaygının ailevi nedenleri üzerinde durmakla birlikte, kültürel bileşenlerin de aynı oranda baskın rol oynadığını öne sürmektedir. Çünkü kültür, ailenin ailesidir. Eğer ailenin ailesinin çeşitli hastalıkları varsa, o zaman o kültürdeki bütün ailelerin aynı rahatsızlıkla mücadele etmeleri gerekmektedir. Benim aile göreneklerimde bir deyiş vardır: Cultura cura; kültür iyileştirir. Eğer kültür bir şifacıysa, aileler nasıl şifa bulacaklarını öğrenirler; daha az kavgacı, daha onarıcı, çok daha az yaralayıcı, çok daha nazik ve sevecen olurlar. Yok edicinin egemen olduğu bir kültürde doğması istenen tüm yeni hayatlar, gitmesi istenen tüm eski hayatlar, hareket etme yetisinden yoksundur ve o kültürün bütün yurttaşlarının ruhsal hayatları hem korku hem de tinsel kıtlıkla felç olur.” Kültür insanlığın ortak yaratısı olarak şekillenirken kültür olgusunun içinde yer alan her bireye cinsiyetine, dinine, yaşına, ideolojisine ve tecrübesine göre farklı statüler oluşturulur. Bu noktada kadını köleleştiren birçok faktör, kültür haline getirilerek kadına özgü özelliklere dönüştürülmüştür. Erkeğin baskın olduğu toplumsal olgulardan kadının kurtulması için Estés’in hazırlamış olduğu ve bir nevi sözlük görevi gören kitabın çok detaylıca irdelenmesi gerekmektedir.

Kadının tabiat ile bütün halinde başlayan yolculuğu, tarihsel süreç içinde adım adım nesneleştirilmeye doğru yön değiştirmiştir. Wirginia Woolf’un da vurgulayarak söylediği gibi kendilerine ait odaları olmayan, yüzyıllar boyunca eğitimden yoksun bırakılan, ikinci sınıf bir varlık olduğunu kanıtlayabilmek adına beyinlerinin küçük olduğu bile iddia edilen kadınlar; ayakta kalabilmek, gelişebilmek ve hak ettikleri değeri elde edebilmek adına zorlu mücadelelerden geçmek zorunda kalmıştır. Eril usun en büyük yanılgısı, kadının aklını, sezgilerini, yaratıcı gücünü görmezden gelmek ve bununla yetinmeyip eyleme geçmek isteyen kadınlarla alay etmek, onların gelişmesine giden yolları kapatmak kısacası kadına kendi yanında eşit bir yer vermemek olmuştur.

Karşıtlıklar ilkesine göre düzenlenen evrende her şeyin bir zıttı yani bütünleyicisi bulunmaktadır. Ontolojik düzlemde kadın ve erkek birbirinin karşıtı olmaktan ziyade tamamlayıcısıdır. Bütünüyle eril ya da dişil zihinler yoktur bu nedenle. Her erilin içinde dişil, dişilin içinde eril parçalar mevcuttur. Bilinçli insanın görevi de zihninin farklı parçalarını bir araya getirmek ve böylece kendini “insan” olarak bütünleyebilmektir. Estés’in “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı kadının varoluş serüvenine, kaynaklarından başlayarak bakmaktadır. Kurt; ilerlemenin, özgürlüğün ve yaşam enerjisinin sembolüdür. Bu bağlamda kadınların kurtlarla koşması, ilkel/vahşi gücün yeniden keşfedilmesine yönelik bir manifesto olduğu kadar özgürce ilerleyerek yaşam gücünü hissetmenin de çağrısıdır.