Arapça kökenli liyakat sözcüğünün TDK sözlüğünde değerli, iş bilmek ve ehli olmak anlamlarına geldiği belirtilmektedir. Ehli olmak da yine aynı sözlükte bir işte yetkili olan, bir işi yapan erbap, sahip, karı kocadan her biri, cemaat, topluluk gibi anlamlara geldiği yazılmaktadır. Ehliyetname kelimesi de aynı kökenden türemiş olup sertifikasyon anlamında o işi yapabilecek niteliklere sahip kişilere verilen belgedir. Örneğin tercümanlık yapacak kişilerde tercümanlık ehliyetnamesine sahip olma şartı aranırdı. Günümüzde sürücü belgesi için hala ehliyet kelimesinin kullanıldığı bilinmektedir.
Devletin tüm kademelerine yerleşen devlet görevlileri için de belirli niteliklere sahip olmak elbette esastır. Örneğin bir hastanede çalışacak bir hekim ya da okullarda görev yapacak olan bir öğretmen için hangi eğitimlerin alınması gerektiği görev tanımlarında belirtilmiştir. Yani belirlenen görev için gerekli ehliyetname sahibi olmak şarttır.
Siyaset/idare eliyle yürütülen günümüzdeki uygulamalara bakacak olursak devlet kurumlarına görevlendirilen kişilerin ehil olma özelliği tanımında yer alan kalifikasyon özellikler yok sayılarak sadece ehil olma (akraba, yandaş olma) kriterine indirgenmiş durumdadır. Tüm kurumlara belli adreslerden akredite edilmiş kişilerin doldurulduğu herkes tarafından bilinmektedir. Eğitim ve yazılı sınav şartlarının tümünü yerine getirmiş olanlar mülakatlarda elenmekte ve yerlerine o işi hak etmeyenler doldurulmaktadır. Yani İslami literatürde kul hakkı diye yer alan ve yine İslami kaynaklara göre ahirette Allah’ın kendi hakkından vazgeçebileceği ancak kul hakkının diyetinin mutlaka ödenmesi gerektiği en fazla bu haksızlıkları yapanların çok da bilmesi gereken bir husustur.
Şöyle bir örnekleyecek olursak; kişi ve ailesine uzun yıllar süren meşakkatli ve masraflı eğitim ve sınavlara hazırlık sürecinden sonra tam da işe alım sürecinde devreye giren yasal ama gayrı meşru bir işlemle hak etmeyen kişinin yerleştiği kadroya ehlimizi aldığımızı varsayalım. Söz konusu kadroda yirmi belki otuz yıl haksız maaş aldığını ve liyakatsizliğinden ötürü de yığınla gayrı meşru işlem icra etme ihtimalini düşünürsek yapılan işlemin ne manaya geldiği daha iyi anlaşılır. Bunun yanında o işi hak eden kişinin kendisi ve ailesi ile işsiz bırakıldığı ve birçok sıkıntıyla baş etmeye çalıştıkları düşünüldüğünde yapılan işlemin boyutları daha iyi anlaşılır.
Bu mantıkla gerçekleştirilen çeşitli memurluk sınavları da kamu vicdanında kanayan bir yara olarak yerini almıştır. Layık olmayanı/liyakatı olmayanı devlet görevlerine birilerini istihdam etme çabaları en son gerçekleşen ve mızrak çuvala sığamadığı için iptal edilmek zorunda kalınan KPSS sınavı ile canlı bir örnek olarak boy gösterdi. Geçmişte de sistematik olarak belirli dershane ve organizasyonlar aracılığıyla yürütülen harami çabaların hala kimi dershane/yayınevi ve organizasyonlar aracılığıyla devam ettiği görülmektedir.
Eh bu sefer de yedi cüceler iş başındaymış.
ÖSYM gibi bir kuruma görevlendirilecek kişileri liyakat sahibi kişiler arasından değil de bir takım yapılarla ilintili kişiler arasından seçmeye çalışırsan seçilen personel de mensubu olduğu, ve onun geldiği noktaya kadar yükselmesinde destek vermiş olan organizasyonuna bu tür “hizmetleri” yapmakta bir beis görmeyecek ve bunu bir ‘davaya hizmet aşkıyla’ yerine getirecektir. Patlak veren skandaldan sonra görevlendirilen yeni başkanın da bir takım tarikatların şeyhlerine hürmetlerini sunduğu gizlemeye çalıştığı sosyal medya hesaplarından sızan paylaşımlarından anlaşıldığına göre mantıksal olarak değişen bir şeyin olmadığı anlaşılıyor. Senaryoyu değil de sadece aktörleri değiştirmek prodüksiyonda niteliksel bir değişiklik gerçekleştirmez.
Keyfi atamaların çarpıcı örnekleri medyada sık sık karşımıza çıkıyor tabii ki. Bilmem hangi üniversitenin kadrosunda rektörle ya da belediyelerin kadrosunda belediye başkanı ile aynı soyadını taşıyan onlarca kişinin bir soyağacı gibi teşhir edildikleri görüntülere alıştık artık. Kayyum atamasının gerçekleştiği bir büyükşehir belediyesinde kayyum vali ile aynı memleketten onlarca kişinin nasıl belediye kadrolarında görevlendirildiklerini, kadrosu tahsis edildikten hemen sonra başka illere tayinlerinin yaptırılarak boşalan kadrolara yine aynı usulle yeni hemşehrilerini nasıl doldurduğuna bütün memleket olarak ibretle tanık olduk. Sonuçta bir takım yolsuzluk ve usulsüzlüklerle yargılaması devam eden kayyumun atadığı kişilere dokunan maalesef olmadı. Çünkü yapılan işlem tamamen sistematik bir uygulamaydı ve mevzuata da uygun.
Burada çarpıcı bir örnekle konumuzu kapatalım. Mekke’nin fethinden sonra Kabe’nin anahtarının o zamana kadar taşıyıcısı ve koruyucusu olan ve o tarihte henüz Müslüman olmamış olan Kureyş kabilesinden Eşşeybi ailesinde kalmasına karar veren Hz. Muhammed’in bu ibretlik icraatına günümüzdeki bu liyakatsız kişileri hak etmedikleri makama taşıma beyhude çabalarının ne kadar örtüştüğü ise ayrı bir literatür tartışma konusudur. Kul hakkı yemenin İslam dinindeki karşılığı düşünüldüğünde bu haksızlıklara sebep olanların yaptıklarının ne kadar İslami olduğunun da ayrıca görülmesi gerektiğini düşünüyorum.