Genç kadın başında yazması, elinde kovası ahırın yolunu tutar. Sağar Sarıkızı. Sarıkız köyün en yaşlı ineği, Mezopotamya gibi bereketli ve bilgedir. Genç kadın makineleşmiş elleri ile incitmeden sağar Mezopotamya’yı. “Maşallah” der. “ Aferin sana”
Mezopotamya’nın sütü pirüpaktır. Su katılmamış, hilesiz, tıpkı beşiğinde uyuyan bebeğin zihni gibidir. Genç kadın sütü kovalara doldurur, tülbentle süzer. Kaynatır ardından ama çok değil. Bilir fazla kaynatmak iyi değildir, bilir bereketi kaçar.
Bekletir mayalamak için, serçe parmağını içine daldırır, yediye kadar sayar, parmağını çeker sonunda; yedi kaşık yoğurdu süte çalar. Süt mayalanırken kilimini ilmek ilmek örmeye başlar.
Çeşitli kavimlerin, dinlerin, mezheplerin birbirini tükettiği bu coğrafyaya inat rengarenk ipliklerle -çatlayan betonlardan fışkıran yeşil gibi- tüm renkleri birbirine katar. İplikleri yine makineleşmiş parmaklarıyla ardı ardına geçirir düğümlerden.
Mezopotamya için şükreder. Yaşlıdır ama köyde ondan iyisi yoktur. Diğer inekler gibi böğürmez. Salına salına atar adımlarını. Otunu ver bir de suyunu tamamdır. Dünyanın sırrını çözmüş gibidir. En az iki parmak kaymağı da cabası. Sabah kahvaltıda sofranın sultanıdır. Ah Mezopotamya, iyi ki varsın iki gözüm.
Ah Mezopotamya, sağıldın binlerce yıldır; çok ihanet gördün. Sen herkese yeterdin ama herkes kendine istedi seni.
Beşiğinde uyuyan bebeğe süt oluyorsun. O bebek, süt. Zamanla değişiyor, pastörize oluyor çocuk. Büyüyor, arkasını dönüyor sana. Sen yine de aldırmadan, her bahar usanmadan sütün ilk hali aşkına Pandora’nın kutusunu açmaya devam ediyorsun.