“Yapayalnızdır güneşe doğru uçan Kartal, yanında yuvası yoktur.”
Halil Cibran
12 Eylül cuntası üç yılını geride bıraktığında toprağa gömülen kitaplar çürüme evresini çoktan tamamlamıştı. Çünkü kitaplar, insan bedeni kadar uzun süre toprağa dayanaklı olmazdı elbette, ama kelimelerin gücünün o toprağa bereket katacağına inanıyordum. Maalesef 12 Eylül faşizmi toplumun ruhuna korku ekerek kitapla olan bağını koparmıştı, haber bültenlerinde en masum romanları bile silahlarla yan yana diziyorlardı. 12 Eylül cuntası ülkenin dört bir yanında dörtnala at koşuştururken, kimi ücra köyleri es geçtiği istisnai durumlar olmuyor değildi. Peki ya bu olağanüstü hallerde şehirdeki hayat nasıl akıyordu? Faşist askerî cunta adeta şehirlerin kimyasını bozmuş, insanların ruhlarını paramparça edip geleceklerini karartmıştı. Sosyal, sanatsal hiç bir aktiviteye, oluşuma geçit verilmezken dağlar, doğal yaşam sığınılacak limanlar oluyordu.
Tayinim Doğubayazıt’a çıktığında, biriken iki maaşıma yol masrafı ödeneği de eklenince, bir öğretmenin erişemeyeceği servete sahip olmuş gibi kendimi zengin hissediyordum. Yolum Ankara’ya düştüğünde, ilk işim Kızılay’daki kitapçılardan kitap almak olmuştu. Dünya Klasikleri, roman, öykü ve yazma sanatıyla ilgili kitapları üst üste dizerken, kitapçının şaşkınlığı nasılda yüzüne yansımıştı. Belki kitapların tutsak edildiği ortamda koli dolusu kitabı satmış olmanın sevinci ve şaşkınlığıydı.
Aldığım kitapların hepsini otobüsün bagajına yerleştirirken heyecanımı önleyemiyordum. Yirmi saatlik yol bitmek nedir bilmedi. İlk dinlenme tesisinde otobüs muavine kitapları yanıma almak için ısrar etsem de, nafile. Bagajdaki kitapların üstüne Ağrılı mevsimlik inşaat işçilerinin göçü sıkıştırılmıştı. Kitaplar otobüs bagajında Doğubayazıt’a kadar adeta rehin alınmış gibiydi. Teselliyi aldığım kitapların listesini okumakta bulmuştum.
Listenin ilk sıralarında lise döneminde Bingöl Denk Kitap Evi’nden satın aldığım kitapların bir hazine olduğuna o kadar inanıyordum ki Onlara sahip olmanın sevinci paha biçilmezdi. Kitap sevgisini böylesi bir duygu yoğunluğuyla hayatıma eken Karakoçan lisesindeki edebiyat öğretmenim Cemil öğretmeni saygıyla anıyorum. Bir öğretmenin insanın hayatını nasıl yönlendirdiğini düşündüğümde, benim için Cemil öğretmen hep önemli bir yerdedir. Edebiyata olan tutkusunu, donanımlı bilge kişiliğini, kitap sevgisini aşılamasını, dahası kitaplara sahip olmamda gösterdiği çabayı hiç unutamadım. Şeker tarlasında çalıştığım kimi zaman beni derse katılmışım gibi gösterirdi. Kazandığım parayla kitaplık oluşturmamı sağlayacak kadar güven ve sorumluluğu hayatıma yükleyen Cemil öğretmen ve onun gibiler, toplumu aydınlatan gerçek ışık emekçileridir. Ne yazık ki o kitapların çoğunu okuyamadan 12 Eylül faşizmin kitaplara çıkardığı ferman yüzünden toprağa kendi ellerimle gömmek zorunda kalmıştım. Yılarca matemini tuttuğum kitaplara tekrar kavuşmuş olmak, yolculuk serüvenime sevinç katmıştı. Bu yolculuğun Ağrı Dağı’nın heybetli görüntüsüyle sonlanmış olmasıysa hayatıma bir başka huzur katıyordu.
Ağrı dağına bakan tepenin küçücük Kürt köyünde öğretmen olmanın keyfini yaşamak, insanın kendi aidiyetinin, dilinin ve kültürünün vermiş olduğu güvene bağlıydı. Bizleri bu güvene muhtaç eden zihniyet yüz yıldır bir arpa boyu yol gitmedi, bu çağda böylesine ötekileştirmenin adı ırkçılık değil de nedir? Şimdi bu satırları Hamburg’un ıslak ve soğuk gecesinde yazarken, bahçeme yaptığım Ağrı Dağı rölyefiyle avunarak o günleri tekrar anımsıyorum. Her insan, ait olduğu coğrafyada daha mutlu olur, daha özgür hisseder kendisini. Avrupa’ya savrulup gelenlerin hâletiruhiyesi ise apayrı bir konu, yıllarca kâbuslarla, sayıklamalarla geçen bir ömür… Her gece rüyalarında gidemedikleri ülkeye gider, asker ve polis korkusuyla sıçrayarak uyanırlar uykularından.
Bahçemdeki Ağrı Dağı, korunağım. Eteklerindeki gelincik tarlalarında yürüyorum, doruğundaki şapkasını selamlıyorum. Sonra Ara Güler’in “Ararat’ta bir ev” adlı fotoğrafına konuk oluyorum. O ev, benim lojmanıma ne çok benziyor. Bazen nostaljiye takılıp kalmaktan ürküyorum, dozunu iyi ayarlamak gerekir, diye kendimi tembihliyorum. Sonra o meşhur söze sığınıyorum: “Hayaller olmasa gerçeklik, gerçeklik olmasa hayaller olmaz.”
Köye vardığımda ilk işim, kitaplarım topluca durup bana heybetlice baksınlar diye kırık okul sıralarının tahta parçalarıyla odamın duvarına raf çakmak olmuştu. Bu davranışım günlerce, garipseyen köylülerin diline dolanmış olsa da rafa dizili kitaplar, küçücük odamı büyütüyor, beni farklı coğrafyalarda gezdiriyor, öğrenmenin hazzını ve kişisel özgürlüğün hiç de kolay olmadığını imliyordu. Bir de her sabah dayatılan o tekerlemecik ant, okuyan çocukların gözlerindeki donukluk, dönmeyen dilleri, anlamadan yinelemeleri…
Bedenlerinin zor sığdığı siyah üniforma ve önlükler içindeki çocuklar andı okurken, kendi çocukluğumdan kalanların yüzüme bir tokat gibi çarpması ne acı ve garipti! Çocukların sırtlarındaki bezden biçilmiş çantalar, içlerinde buram buram kokan tandır ekmeğiyle nasılda erzak taşıyan torbam oluyordu. Ve Sibirya’yı aratmayan soğuk kış günlerinde okula kucak dolusu tezekle gelen öğrencilerim! Bu görüntüler benden çalınan çocukluğumdan kareler gibiydi, yeniden izler gibi oluyordum. Belki ondandır daktilomun tuşlarına dokunduğumda uzaktaki Kürt köyüne konuk olan düşlerime dokunur gibi oluyordum. İçimdekilerin her biri halaya durduğunda o halay düşlerimde dolanıp kalemime akıyordu. O zaman uzaktaki Kürt köyünün toplamı, adeta roman örgüsünde hak iddia eden karakterlere dönüşüyordu. Horoz seslerine karışan köpek sesleri köye şafağı müjdelerken, adı konulmayan orkestranın uğultusu içimdeki duyguları okşuyordu, uyanıp yazmaya başlıyordum.