Ne çok şey anlatmaya belki de gizlemeye yarıyor bir zamanlar albümlere özenle yerleştirdiğimiz ya da gelişigüzel kutulara doldurduğumuz, şimdilerde sürekli yanımızda olan telefonumuzda sakladığımız fotoğraflar. Bazen yaşadıklarımızın kanıtı bazen de yaşamak istediklerimizin habercisi oluyorlar. Gerçek ile gerçek gibi görünen arasında sıkışıp kaldığımız bu hayatta fotoğraflar ister yalancı ister doğrucu olsun birer tanıkları hepimizin.
Öte yandan sosyal medyanın kullanımı artıkça fotoğraflar da kendimizi ifade etmenin birer aracına dönüşüyorlar sanki.
Kendi hikâyemizi kendimiz yazıyoruz. Her gün İnstagram’da eğlenceli ve başarılı hayatlar yaşayan mutlu insanların hikâyelerini görüyor ve belki de bu güruha dahil olmaktan kendimizi alamıyoruz.
Bu mutlu hikâyelerin ardında hüznü hayatımızdan çıkarma isteğimiz, kötü görmemiz yatıyor belki de.
Halbuki her şey hayata dair değil mi? Hüzün neşe kadar olağan, hayatın doğal akışında mutlu veya mutsuz olmak birbirini izleyen geçici durumlar değil mi? Mutsuzluğun da olağan olduğunu, mutlu anlarımız kadar mutsuz olduğumuz zamanlarımızı da kabullenmek ve mutsuzluklarımızı saklamaya ihtiyaç duymamak hayatı daha yaşanılır kılabilir belki. Mutsuzluk hayatın doğal akışında sıradan ve geçici bir durum değil mi, tıpkı mutluluğun da bir başarı göstergesi ya da kalıcı bir durum olmaması gibi.
Ama nedense biz günümüz insanlarının en temel hedeflerinden biri sürekli mutlu olmak. O yüzden sosyal medyada ne kadar mutlu ve ne kadar başarılı olduğumuzu gösterecek fotoğraflarımızı paylaşıyoruz; bu fotoğrafların sınavda çekilen kopyalar gibi gerçek ne olursa olsun bizi mutlu ve dolayısıyla başarılıymış gibi gösterdiklerini düşünüyoruz belki de.
Sahi biz hangi hayatı yaşıyoruz? Gerçeği mi, kurguladığımızı mı? Günün sonunda aynaya baktığımızda kimi görüyoruz?
Artık her şeyin en iyisi olmak mümkün mü fotoğraflarla ve sonunda kendimiz bile inanıyor muyuz o fotoğraflara? Öyle ki varılacak hedefe varmış yapılabilecek her şeyi yapmış mı oluyoruz?