Memlekette kanayan yaralarımız çok fazla. Sağlık, Adalet, Ulaştırma, Emniyet, Çevre vb. Ama sanırım tümümüz takdir ederiz ki; bunlar içerisinde en mühimi Eğitim-Öğretimdir. Eğitime ve çocuklarımızın istikbaline kısaca bir projeksiyon tutmakta fayda var. Bütün kalkınmış ve kalkınmakta olan ülkeleri bu yüksek seviyeye getiren eğitimli, nitelikli insan gücüdür. Bütün zengin ve güçlü devletler Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi derken gelmiş oldukları noktayı bilim, eğitim ve yoğun çalışmalarına borçludurlar. Bir Çin Atasözü der ki;’’ Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek, (Pirinç ek) on yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç dik, yüz yıl sonrasını düşünüyorsan insan yetiştir.’’ Biz de tarım denen şey zaten kalmadı. Ektiğimiz tohumları yiyoruz. Pirinç, buğday, mercimek derken samanımıza kadar hepsini başka ülkelerden ithal ediyoruz. Diktiğimiz veya bizden önce dikilen ağaçları da birilerinin menfaatleri ve rantları için ya kesiyoruz veya meyve veren ağaçları da taşlıyoruz. Tesadüftür ki; aradan bir asır geçti ama geriye baktığımızda ‘’Bu yetiştirilen ve yetiştirdiğimiz nesil, toplum ve insanlar bu mu?’’ demeden edemiyoruz.(Teknoloji tamamen hayatımızı esir alıncaya kadar) Maalesef yüz yıl sonra yetiştirdiğimiz ve yetişen insanların çoğu ideolojik tornadan geçen tek tip insan şeklini almış. Hem bilimsel düşünmeden uzak hem de erdem, fazilet ve ahlak anlamında kötü bir toplum olup gittik.
Son yıllarda ülkemizin eğitim durumu tam bir vehâmet. LGS (Liselere Geçiş Sistemi) sınavlarında 200 bine yakın öğrenci sıfır çekerken bu sayıya yakın bir öğrenci kitlesi de sınava dahi girmemiş. YKS (Yükseköğretim Kurumları Sınavı)’de durum hiç farklı değil. Bu sınavlarda ilk basamak olan TYT’ de sınav puanlarının hesaplanabilmesi için gerekli olan yarım puanı bile alamayan 100 bin öğrenci sıfır çekmiş. Bu eğitimdeki ulusal gurur tablomuz. Bir de Uluslararası kurum ve kuruluşlar tarafından yapılan sınav değerlendirmelerinde Türkiye’nin durumuna bakalım. O cephede de durumun başarısızlığı ayan beyan ortada.
Şöyle ki; OECD ülkeleri sıralamasında PISA (Matematik-Fen Okuryazarlığı ve Okuma becerileri), TIMSS (Matematik ve Fen Araştırmaları), PIRLS (Uluslararası Okuma becerilerinde Gelişim) araştırmalarında Öğrenci başarısı ve Ülke ortalamasında Türkiye yine ya altlarda ya da ortalamanın biraz gerisinde yer alarak kendisinden sürekli söz ettiriyor. Düşünün bir kere bu çocukları herhangi bir mahalle bakkalına veya markete gönderip dört işlem üzerinden neredeyse alış-veriş yapacak kadar temel bilgi ve beceriyi kazandıramamışız. Kendi anadilinde, dilin gramerini, noktalama işaretlerini, imla kurallarını okumayı ve yazmayı bilmeyecek derecede süper bir nesil yetiştiriyoruz.
Tabii; olarak burada eğitim-öğretimin bu hale gelmesinde birden fazla faktör var. Birincisi ve en önemlisi Devletin ciddi bir eğitim politikasının olmaması. Müfredattan kaynaklı sorun ve sıkıntılar. Okulların fiziki durumları altyapı sorunları ve yetersizlikleri, İkincisi biz bu çocuklara okulu ve ortamını sevdiremedik. Çocuklar okulda kendini sıkıcı ve boğucu bir ortamda bulup akademik, mental ve davranış anlamında zihnen ve bedenen okulla bütünleşemiyor. Üçüncü olarakta ebeveynlerin okul /öğretmen, rehberlik servisleri ve Uzmanlarla görüşmeden kendi çocuğunun potansiyel, beceri, yetenek ve eğilimlerini bilmeden, sürekli olarak; ‘’Evladım okula git, okuldan geri kalma, oku. Bak arkadaşların akrabaların doktor, avukat, mühendis, öğretmen oldu. Sen niye bu kadar aptal ve başarısızsın.’ deyip hem çocuğu başkalarıyla kıyaslayıp düşük benlik oluşturup var olan özgüvenini de yerle bir ettiği yetmiyormuş gibi, çocuğu bir yarış atı gibi görüp başkalarıyla yarıştırarak başarı elde etmeye çalışıyor. Oysa ki; bu çocuktan çok iyi bir sporcu, müzisyen, ressam, tasarımcı, tesisatçı, elektrik tamircisi, berber, marangoz, gastronom olabileceğini düşünmüyor veya düşünmek istemiyor. Ebeveynlerin kafasında meslek şablonu olarak sadece akademik başarı sonrası elde edilecek doktorluk, mühendislik, avukatlık, öğretmenlik gibi klasik meslek gruplarına olan talep böylesi bir handikap yaratıyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bundan daha elim ve vahim olmak üzere, olumsuz anlamda bilinçsizce ve sıklıkla kullanınca ‘’Çağımızın Vebası’’, olumlu, bilinçli ve adabına uygun kullanırsan ‘’Çağımızın Devası’’ olabilecek ‘’Dijital/Teknolojik Bağımlılık’’ hastalığı etrafı ve bilhassa okul çağındaki herkesi kasıp kavuruyor.
“Dijital bağımlılığın” okul çağındaki çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri;
Erken yaşlarda telefonlarla tanışan ve telefonu sürekli kurcalayan ve ondan ayrılmayan öğrenciler ile çok az kullanan ya da yerine ve zamanına göre kullanan öğrenciler arasında çok ciddi bir akademik ve sosyal başarı farkı var. Akıllı telefonu olmayan veya olupta telefonda çok az zaman geçiren öğrenciler hem sosyal hayatta hem de okulda ve sınıf içerisinde iletişim ve davranış anlamında daha sosyal ve kendilerini iyi ifade edip göz teması kurabilen, derslerinde de başarılı, sorumluluk alabilen öğrenciler olarak açık ara fark edilebiliyorlar. ’’Dijital Bağımlılık’’ öğrenciler üzerinde şu şekillerde bazı yansımalar ve belirtiler göstermekte. Sosyal Medyada sürekli birilerini takip eden öğrenciler/çocuklar aslında kendi fikirlerini de ipotek altına alarak uzun vadeli asosyalleşerek kendi içlerine kapanan bireyler oluyorlar. İçine kapanan kimse sonrasında kendisine ve başkalarına yabancılaşır, özellikle özgüven kaybına bağlı olarak duygusal söz varlığının azalması ve gerçek kimselerle doğrudan iletişimi olmadığı için çekingen, ürkek, öz saygısı düşük, benlik değerinde zedelenme olup, gerçek hayata karşı da bir küsme meydana geliyor. Bu tarz öğrenciler sınıfta sırada iki büklüm oturup sorulan sorulara cevap vermez, yorum yapmaz ve göz temasından sürekli kaçınarak verilen ödevleri de hep almamak taraftarıdırlar.
Ayrıca diğer olumsuz etkilerini biraz daha açarsak; çocuklarda kas gelişimini olumsuz etkileyebilmekte, yetişkinlerde uzun süre kalmanın verdiği hareketsiz yaşamla obezite ve kan dolaşım sisteminde bazı sıkıntılar çıkarabilmekte. Hareketsiz yaşama bağlı olarak emboli dediğimiz pıhtılaşmaya yol açma ve yeterli oksijen alamadığı için bireyin düşüncesinde sığlaşma, kimseyle konuşmadığı için de kendi iç dünyasında kısır düşünceye neden olabilmektedir.
Pekiyi çağımızın Vebası olan bu dijital Bağımlılığa karşın genellikle aileler ne yapıyor? Teknoloji çağının zirvede olduğu, dijital bir dönemdeyiz. Yeni nesil dijital çağın içerisinde doğmaktadır, dolayısıyla çevresini keşfederken, gözlemlerken annesini ve babasını rol model edinmektedir. İkincisi ise psikososyal nedenler; malum insanlar artık dışarı çıkamıyor, sokaklara inemiyor, çocuklar evlere hapsolmuş noktada, aileler sokaklara güvenemiyor. Dolayısıyla doğal oyunları ve organik yaşam kültürünü bir yerde terk ettik. Evde kalan çocuk susturulmak amacıyla veya annenin, babanın yaşamına, yorgunluklarına, koşturmacasına müdahale etmemesi adına dijital nesnelere ebeveynlik rolü biçilebilmektedir. Bu anlamda bilgisayar ile cep telefonu çocuğu susturmak ve onu bir yerde oyalama aracı olarak kullanılmaktadır. Çocuğun bu şekilde yalnızlığı ortaya çıktığı için direkt dijital nesnelere yönelmektedir. Bazen bunun nedeni ayrılmış aileler olabiliyor ya da çatırdayan aile çocukları, çatışmanın olduğu ortamlarda çocuklar bir sığınma aracı olarak dijital nesnelere kendini hapsedebiliyor.
Öğrencilere sorarsanız her şey zaten berbat. Okulun kendilerine bir katkısı ve faydası yok. Müfredat ağır, kimi dersler gereksiz ve ders saatleri çok fazla. Okul mekan olarak onları cezbeden bir yer değil. Hayatlarına renk katmayan disiplin, baskı, donuk kurallar ve güncellenmeyen bilgilerle örülü bir labirent. Erken saatlerde uyanıp yollara düşmek, aç karınla ve uykusuz bir halde derslere girmek, taşımalı sistemle uzak köylerden getirilmek, yemek yiyememek, çocukluluğunu veya ilk gençlik yıllarını yaşayamamak, oynayamamak, etkinliklerde bulunamamak vs. Çoğu öğrencide okula gelelim, aslında hiç ders olmasın, kahvaltı istemeyiz ama olmadı bir öğlen yemeği olsa da yesek. Sonra elimizde cep telefonlarımız ve tabletlerimiz olsa bol bol sosyal medyada gezinsek, zıplasak hoplasak sonra paydos olunca da ya en yakın kafeye, parka veya eve koşsak havasındalar.
Eğer gerekli tedbirler alınmazsa psikolojik, fiziksel, sosyal, mental ve davranış anlamlarında bambaşka ve bize çok yabancı bir kuşak yetişecek. İç içe ve yan yana yaşadığımız ama sanki farklı boyutlarda bulunduğumuz farklı dillerde konuştuğumuz ve anlaşamadığımız çocuklarımız ve gençlerimiz yetişiyor. Okuduğunu anlamayan, yazamayan, okuyamayan, meramını ve derdini anlatamayan, göz teması kuramayan, sanatla hiç ilgilenmeyen, şiir ve edebiyattan bihaber acayip bir nesil yetiştiriyoruz. Ve hepimiz göz göre göre bu suça ortak olacağız. Yanlış anlaşılmasın ben yeni neslin yaşam tarzını ‘’Özgürlükleri ellerinden alınmış kendi doğal alanlarına ve yaşam biçimlerine uymayan bir hayata mahkum etrafı tel örgülerle örülmüş bir Hayvanat Bahçesi’’ yaşamına benzetiyorum. Özgürlükleri ellerinden alınmış sosyal ve kamusal alanlarda yahut okullarda gördüğümüzde sürekli kafaları aşağı doğru sarkmış bir koltukta veya sandalye üzerinde yamuk yumuk oturmuş iskelet ve kas yapıları bozulan ellerinden hiç düşürmedikleri telefon ve tabletleriyle sürekli olarak gözlerini körelten, zihinlerini bulandıran yepyeni bir ‘’Dijital Nesil’’ yetiştiriyoruz. Dahası bu çocuklar tabiat ve topraktan da çok kopuklar, Küçücük bir sinek, arı veya kelebek görünce bağrışıp kaçan, etrafındaki hayvanları tanımayan onlardan korkan, ağaç türlerini, bitkileri ve meyveleri tanımayan bir nesil…
Kültürüne, gelenek ve göreneklerine gittikçe yabancılaşan içine kapanan ve tüm dünyaları sanal alem olan bir nesil. Misafir ağırlamayı bilmeyen, konuşmaktan çok hoşlanmayan, bir taziyede, düğün dernekte nasıl davranacağını bilmeyen bir gençlik. Kendilerine ait kültürel kodlar oluşturan bir nesil. Sadece onlar değil toplumda gencinden yaşlısına (Hele bu yaşlılar daha bir meraklı akıllı telefonlara ki; merakları anlaşılabilir) memurundan, esnafına herkes en ufak bir fırsatta hemen akıllı telefonuna sarılıyor. Okulda öğretmenler,hastahanede doktorlar, kurumlarda memurlar, mülki amirinden, cumhurbaşkanı korumalarına kadar hemen herkesin azıcık molada kafaları ellerindeki telefonlarına eğilmiş vaziyette. Ama bu yeni nesil teknolojiyi tadında ve kararında kullanıyorsa çok iyi bir nimet olduğunu görecekler. Bir kere yeni doğan çocuklar neredeyse Teknoloji sayesinde bilginin içine doğuyorlar. Bilgiyi maksimal anlamda doğru ve yerinde özümseyip hayatlarına, iş ve sosyal çevrelerine yansıtmaları hepimizin lehine olacaktır.
Değerli Ebeveynler! Yetkililer! Eğitimciler! Uzmanlar! Konu uzun, tartışmalara çok muhtaç ve fakat bir o kadar da aciliyet arz ediyor. Biz bir giriş yapmış olalım bir eğitimci olarak. Teknolojiye ve bilimsel gelişmeye karşı değiliz elbette. Medeniyetler bilim ve teknoloji sayesinde gelişir ve serpilir. Bilim,teknoloji ve yeniliklere kapalı ve karşı toplumlar yok olmaya mahkumdurlar. Hâsıl-ı Kelam teknoloji iyi ama bizim bir Acil Eylem Planımız olmadığı için aleyhimize gelişir oldu. Yani doğru ve ayarında kullanmak ve kullandırmak için acil eylem planına ihtiyacımız var. Naçizane tavsiyem; ebeveynler gün içerisinde çocukların yaş sınırına göre iki veya üç saat telefonla iletişimine izin versinler.(‘’Kolaysa gel de sen yap.’’ dediğinizi duyar gibiyim.) Resmi kurumlarda aktif olarak iş yapan tüm Kamu Personelleri de mesai saatleri başında ve içerisinde bu cep telefonlarını acil durumlar haricinde kullanamasınlar. Nitekim bazı kurumlarda hakikatten memurlar gelen vatandaşla ilgilenmek yerine ellerinde cep telefonlarıyla oynamaktalar ve bu durum hizmet almada bazen işlerin aksamasına ve gecikmesine sebep olabiliyor.
Ne demişler: ‘’Zehiri zehir yapan dozudur.’’ Bizim bir an önce doğru dozu bulmamız ve ayarlamamız gerekiyor. Yoksa geleceğimiz olan çocuklarımız berhava olacak. ’Geç olsun, güç olmasın.’’ derler. Lakin bu seferlik biraz zorlayıcı tedbirlerle işe ciddiyetle eğilelim ve gerekirse ‘’Güç olsun, geç olmasın.’’ diyelim ve ilerde hep birlikte daha rahat edelim. Zira eğitimde kaybedilecek fert yoktur.