Dünyada devrimlerle aşılan bütün toplumsal sistemlerin değişiminde üretim ilişkileriyle üretim tarzının çelişkisi temel rol oynamıştır.
Gelişen üretim tarzına ayak uyduramayan eski üretim ilişkilerinin aşılmasıyla yeryüzünde insanlık yeni toplumsal sistemlerle yoluna devam etmiştir.
Feodalitenin parçalı yapısının ulusal pazarın önüne engel çıkarmasıyla yeni bir toplumsal sınıf olan burjuvazi tarih sahnesine çıkmıştır. 1600 ve 1700’lü yıllardan itibaren dünyada büyük değişimler yaşanırken, yeni toplumsal sistemin siyasal yansıması olarak reform-rönesans hareketleri, 1789 Fransız devrimi, coğrafi keşifler Avrupa’da sanayi devrimini koşullayan süreçler olarak peş peşe yaşanmıştır.
Feodol sistemin toprağa dayalı üretiminin yerini sanayi üretimi alırken, kırdan kente göç ve kapitalizmin modern kent yaşamı yeni bir toplumsal sistemi her alanda hakim kılmaya başlamıştır. Toprağın da artık kapitalist üretim ilişkileri üzerinden ücretli emek sermaye döngüsü içinde yeniden işlendiği bir dönem hem kırda hem de kentte kapitalizmi başat hale getirmiştir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak devlet yapısı, siyaset, eğitim, kültür, sanat ve bir bütün olarak sosyal yaşam da artık yeni toplumsal sitemin hem yerleştiği hem yeniden üretildiği alanlar olarak insanların günlük yaşantısına yön vermeyi sürdürüyor.
Elbette ki, iktidarı alan ve kendi sistemini hakim kılan her sınıf, toplumsal yaşamın her alanına kendi kültürünü de yerleştirmeyi ve bunun üzerinden sistemini yeniden üretmeyi ve sürekliliğini sağlamayı esas almak zorundadır.
Kapitalist sistem de özellikle insanların tüketim alışkanlıklarını sisteminin sürekliliği açısından kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi biran olsun ihmal etmemiştir ve etmeyecektir de.
Buraya kadar olan günümüzde varolan kapitalist sistemin kendi sınıfsal çıkarını korumanın, sürdürmenin mantıksal bir sonucudur. Kapitalist sitem bir yandan kendi sınıfının çıkarlarını korurken, bir yandan da burjuva sınıfını ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel her alanda geliştirmeyi sınıf iktidarını güvencelemenin temel taşları olarak görmektedir.
Hal böyle olunca da burjuva sınıfın temsilcileri sosyal-kültürel açıdan hem değişen gelişen dünyanın ihtiyaçlarına yanıt verecek hem de o ilerleyen sürecin gerisinde kalmamak adına kendini her geçen gün aşmak zorundadır.
Yöneten bütün sınıfların davranışı bu yöndedir ve kendi sınıfının yönetsel kabiliyetini geliştirmek adına söz konusu değişimi gerçekleştirme ihtiyacıyla karşı karşıyadır.
Dünya çapında kapitalist üretimin emperyalist aşamaya ulaşmasının ardından ise söz konusu gelişime ayak uydurmak yeryüzündeki tüm burjuvaların karşısına global çapta bu değişime ayak uydurmayı bir zorunluluk olarak ortaya koymuştur.
Elbette ki, dünya çapında kapitalizmin gelişimi eşit seyretmediği için 600 yıl önce kapitalist sistemin ortaya çıktığı, geliştiği ülkelerle onlardan yüzlerce yıl sonra sisteme dahil olan ülkeler arasında burjuva gelişmişlik anlamında ciddi bir makas olması da anlaşılır bir durumdur. Ancak dünyanın emperyalist kapitalizm çağında bütün ekonomileri zincirin birer halkası gibi birbirine bağladığı ve dünyanın her yerindeki gelişmenin anında en zayıf halkadakini bile derinden sarstığı bir dünyada artık gelişmelere adaptasyon konusunda hem olanaklar sunarken hem de bu olanakları kendinde var etmeyenler açısından sistemin dişlileri arasında eriyip gitme tehlikesini beraberinde getirmektedir.
Öyle ki, sisteme entegre olanlar ileri çıkarken, nicelik ve niteliksel olarak gelişimlerini gün be gün katlarken, sisteme entegrasyon sorunu yaşayanlar ise elenerek her açıdan yönetsel sınıfın dışına düşmekle karşı karşıya kalacaklardır.
Yani meselenin özü özeti burjuva gelişmesini hem piyasa koşullarına uygunluk açısından hem de sosyal-kültürel anlamda bir üst aşamaya taşıyamayanlar için sistem tüm acımasızlığıyla hükmünü icra edecektir.
Türkiye ölçeğinde kapitalizmin gelişimi ortalama 1950’lerde ivme kazansa da Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma süreci ile birlikte ortalama yüz yıllık bir kapitalist gelişmeden bahsedilebilir. Feodal sistem içinde kapitalist üretim ilişkilerinin kendini var etme sürecini baz alırsak bu tarihi daha da gerilere sarmak yerinde olacaktır. Ama kaba olarak Türkiye kapitalizminin toplum yaşamında etkisini göstermesi 100 yılı aşan bir tarihe sahiptir. Bu tarihi Diyarbakır ve bölge için değerlendirecek olursak ise 1960-70’li yıllarda hızlanan kapitalist gelişme aslında Diyarbakır ve Bölge için çok daha eskilere dayanmaktadır. Çünkü Bölgenin kadim bir coğrafyası olarak özelikle Diyarbakır birçok medeniyetin üzerinde hükümranlık kurduğu, ticaretin aktif olduğu ve belli bir güce ulaşan herkesin göz koyduğu bir coğrafya olarak öne çıkmıştır.
Mezopotamya coğrafyasının ticarette ve günün koşullarına göre üretimde tuttuğu yer değil kapitalist gelişmeyle feodalizmin ortaya çıktığı zaman dilimine göre bile açıklanacak bir olgu değildir. Zira tarihi, yerleşik yaşamı 12 bin yıl öncesine giden bu kadim coğrafyada 7000'li yıllarla tarihlenen kumaş parçasının tespit edilmiş olması dahi bu toprakların insanlığın gelişiminde tuttuğu muazzam yeri göstermek açısından yeterli bir veridir.
Uzun lafın kısası Diyarbakır ve Mezopotamya dendiğinde her cümle kuranın “33 medeniyet”, “Kadim şehir” dediği bir coğrafyanın halihazırda burjuva sınıf ilişkilerinde ve burjuva kültür açısından geldiği aşamaya bakıldığında ciddi bir açı bulunduğunu da ifade etmek gerekiyor.
Elbette bölgesel eşitsizliklerin, geri bırakılmışlıkların ortasında yer alan bir coğrafyanın burjuva sınıf ilişkileri ve kültürü açısından belli zayıflıklar taşımasının anlaşılır yanları da olabilir. Ama her halükarda dünyanın her türlü zenginliğine erişim konusunda belli bir aksiyon alan Diyarbakır ve Bölgedeki iş insanlarının burjuva kültür anlamında yaşadığı gelişim veya geldiği noktayı sadece bununla açıklamak da haksızlık olacaktır.
En nihayetinde piyasanın tüm acımasız koşullarına rağmen belli bir gelişim gösteren veya sermaye anlamında birikimini belli bir noktaya taşıyan Diyarbakır ve bölgedeki iş insanları için kültürel açıdan sınıfının gerisinde kalmasının illa ki eleştirilmesi ve aşılması gereken yanları mevcuttur.
Sermaye birikiminin hatırı sayılır bir düzeye geldiği Diyarbakır burjuvazisi için sosyal-kültürel gelişimini yükseltme konusu üzerinde durulmayı hak eden bir mevzudur. Çünkü mesele sadece paraya sahip olmakla sınırlı olmamalı burjuvazi açısından. Üzerinde sermayesini büyüttüğü toplumsal gerçekliğin farkında olması ve kendini gerçekleştirdiği coğrafyaya karşı sorumlulukları olduğunun da bilincine varması gerekiyor. Mesele sadece paraya para katmak olarak algılandığında etik kurallar güme gider. Madem bu topraklarda üretim ilişkileri anlamında hüküm süren burjuva bir sınıf gerçekliği var o halde bu sınıfın sosyal-kültürel gelişimini de sahip olduğu zenginliklerin düzeyine taşıması gerekiyor.
Elbette ki, Diyarbakır ve bölgenin burjuva sınıf gerçekliği tablosunu kabaca buradaki iş insanlarının kendini geliştirip geliştirememesine indirgememek gerekiyor. Zira kendi topraklarında hakim olamayan bir sınıf gerçekliği orta yerde durmaktadır. Yalnız bahsi geçen mesele bu gerçekliği de gözardı etmeden, varılan ekonomik gelişmenin sosyal-kültürel alana da taşınması konusundaki eksikliklerdir. Yani bu topraklarda kazanan, ekonomik döngüsünü, gelişimini bu coğrafyada sağlayan bir burjuva sınıfın herhangi bir temsilcisinin bu topluma karşı sorumluluklarının olduğunu da biran olsun unutmaması gerekiyor.
Bu kentin değerlerine sahip çıkma, toplumsal gelişmenin önündeki engelleri kaldırma noktasında söz konusu bu burjuva kesimlerin yapması gerekenler olduğunu da hatırlatmak gerekiyor.
Elbette ki, son süreçte bu konuda adım atan, içinde bulunduğu coğrafyanın değerlerine sahip çıkmaya, onları korumaya, geliştirmeye dönük adımlarını sıklaştıran girişimler de yok değil. Bunları da gözardı etmemek gerekiyor ama mesele tam da bu sorumluluğun Diyarbakır burjuvazisinin bütününe mal edilmesi gerçeğidir.
Antep yanıbaşımızdadır ve Antep burjuvazisinin kentteki gelişmeleri takip etmesi, kendini içinde bulunduğu topluma karşı sorumlu hissetmesinin yansımalarını birçok alanda gözlemlemek mümkün. Antep basınının iş dünyası tarafından sahiplenilme düzeyini örnek olarak göstermek yeterli olacaktır.
Elbette ki, Diyarbakır özelinde de kentin sorunlarına yaklaşım ve iş dünyası tarafından sahiplenme konusunda belli iş insanlarında oluşmuş bir bilinç ve davranış tarzını gözlemlemek mümkün ama bu örneklerin çoğaltılmasına olan ihtiyaç da ortada.
Diyarbakır için son süreçte yapılan etkinliklerin en sonuncusu olan kitap fuarı üzerinden de bunu gözlemlemek mümkün. Kentin ticaret, sanayi odasının kitap fuarı gibi kültürel bir etkinlik konusunda kendisini sorumlu hissetmesi ve bunu belli bir başarıyla ortaya koyması takdir edilmesi gereken bir noktadır. Ancak bu tür bir sahiplenmeyi hayatın her alanında yaymak ve buna bir bütün olarak kent burjuvazisinin tamamını katmak gerekiyor.
Elbette ki, sadece sermaye birikimi anlamında değil, sosyal-kültürel her alanda kendi sınıfını temsil etme iddiası taşıyan burjuvaların kendi sınıf kültürlerini oluşturmaları da gerekiyor. Bunun için de bilinç ve yaşam tarzı açısından bir dönüşüm yaşaması olmazsa olmazdır. Diyarbakır ve bölgedeki iş insanlarının belli bir kesimini dışta tutarsak önemli bir kısmında sermaye birikimi açısından belli bir düzey yakalansa da sosyal-kültürel yaşam ve bilinç düzeyi olarak hala içinden geldiği feodal yaşam tarzı ve kültürünün ciddi etkisi altında bir yaşam sürdürdüğünü gözlemlemek zor değil. Aslında burjuva kültürün oluşması gündelik yaşam içinde geçirilen zamanın ne kadarının kültürel-sosyal etkinliklere ayrıldığıyla da sıkı sıkıya bağlıdır. Nasıl ki, bir işçi geçimi için gerekli olan ücreti kazanabilmek için zamanının büyük bir kısmını üretim ya da hizmet sektörünün içinde geçiriyor, arta kalan zamanını ise evinde dinlenmeye ayırıyorsa, iş insanları için de üretim sürecinin dışında kalan zaman diliminin sosyal-kültürel etkinliklerle doldurulması gerekiyor.
Aslında mesele tam da bu noktada hem işçilerin yaşamı hem de iş insanlarının yaşamı açısından sosyal-kültürel etkinliklerle doldurulmuş süreçleri ne yazık ki yansıtmamaktadır. Gerek Türkiye geneli gerekse de bölge gerçekliği açısından bakıldığında orta sınıf yarı aydın yaşam tarzı daha çok memur ve öğrenci kesimlere özgü bir gerçeklik olarak hayat buluyor. Aslında yönetsel kademe açısından da bakıldığında siyasetin merkezinde söz konusu kesimlerin ağırlık oluşturması da buradan geliyor. Akademisyen çevrelerden, kurumların yönetsel kademelerinden ya da avukat, doktor vs. gibi meslek gruplarından gelen bireylerin kent yönetimine aday olmaları da buradan geliyor. Para zoruyla aday olan, seçilen kimseler de yok değil ama bunların da toplum karşısında hitabet güçlerinin çok sınırlı ve zayıf kaldığı gerçeği de orta yerde durmaktadır. Yani, meselenin özü özeti, bilinç ve kültürel anlamda gelişmeye zaman ayıracak bir bakış açısında düğümleniyor. İşte iş dünyası açısından da sermaye birikimi anlamında sınıfının bir parçası olan ancak yaşam tarzı, gündelik sosyal-kültürel aktivite anlamında içinden geldiği geri kültürden kopamayan bir gerçeklik aslında aşılması gereken bir handikap olarak bölge iş dünyasının önünde durmaktadır. Zaten bunun giderildiği, burjuva kültür ve yaşam tarzının hakim olduğu bir noktada artık kente, kentin değerlerine yaklaşımda da ihtiyaç duyulan bakış açısının maddi temeli sağlanmış oluyor. Böyle bir tabloda ise kentin burjuvalarının kentin toplumsal gerçekliğini algılayışı, mevcut sorunların aşılmasına, eksikliklerin giderilmesine yaklaşımı da değişmiş olacak. Yani, meselenin özü özeti taşmak için önce dolmak gerekiyor. Kendini her alanda donanımlı hale getiremeyen bir yönetici sınıfın kendi toplumuna sağlayacağı bir katkıdan da söz etmek mümkün olmayacaktır.
Kendi sınıf kültürünün gerekleri konusunda kendini yetiştiren ve her anlamda yetkinleşen, burjuva aydınlanmanın asgari de olsa bilinç düzeyini yakalayan bir burjuvanın kentin değerlerini koruma ve geliştirme noktasında taşın altına elini koyması gerekiyor. Kentin sportif etkinliklerine, sosyal kültürel etkinliklerine, kent yaşamının kolaylaştırılması anlamında yapılacak edilecek her girişime ön ayak olması gerekiyor. Kentin en büyük değeri olan surların ve tarihi yapıların restorasyonu konusunda dahi iş dünyasının sorumluluk hissetmesi gerekir. Bunun örnekleri de Diyarbakır’da yok değil ama yeterli olduğu anlamına da gelmiyor. İşte tam da bu tür örnekleri çoğaltmak gerekiyor.
Kentin değerlerinin sahiplenilmesi, kentin gelişiminin önünü tıkayan engellerin kaldırılması elbette ki sadece kentin burjuvalarının omuzlarına yıkılacak bir yük değildir. Kent bileşenlerinin bir bütün olarak ortaklaşa üstesinden gelebileceği bir sorumluluktur söz konusu olan. Kentin iş dünyası bunun bir tarafı ama önemli bir tarafıdır. Çünkü halihazırda kentte üretilen tüm zenginlikleri elinde bulunduran kesimidir. Kentin STK’ları, yerel yönetimler, siyasiler, kanaat önderleri, kent basını, kentin aydınları, sanatçıları, işçisi, köylüsü, kadını, genci her toplumsal kesim kentin gelişiminden kendi payınca sorumludur. Özellikle kent basını, kentin değerlerinin tanıtımı açısından önemli bir yerde durmaktadır. Ancak ne yazık ki, kent basınına verilen değer, basına gösterilen sahiplenme dip seviyelerdedir. Kent basının hali içler asısıdır. Kentteki reklam ilan gelirleriyle ayakta kalabilecek bir basın gerçekliğinde çok uzak bir tablo söz konusu. Diyarbakır açısından değil ülke dünya gündeminde etkili olan bir basın gerçekliği ortada dururken, iş dünyasının bu konuda isteksiz davranması anlaşılır bir durum değildir. Basın ilan gelirlerine mahkum bir yerel basın gerçekliği bu kentin kadim kültürüyle bağdaşır olmaktan uzaktır. Mesele sadece bazı iş insanlarının kendine yakın basın bültenleri oluşturma meselesi olarak algılanmamalıdır. Kentin bağımsız sesi olacak basın yayın organlarının var edilmesi ve desteklenmesi meselesidir. Elbette ki, kentin basınını önemseyen çabalar yok değil ama bunun kentin iş insanlarının bütününe mal olamaması diye bir sorun önümüzde durmaktadır.
Kentin burjuvası sadece kendini değil kentini düşünmek zorundadır. Kentin her değerine sahip çıkma her değerini daha da geliştirme sorumluluğuyla hareket etmelidir. Bu kentteki insanların emeği üzerinden sermayesini büyüten her bir burjuvanın elindeki zenginlikleri topluma da yansıtabilmesi gerekiyor. Eğer meseleye sadece ekonomik zenginlik biriktirme üzerinden bakılırsa içinde bulunduğu topluma yabancılaşma sorunu ile karşı karşıya kalınır. Halihazırda burjuva uluslaşmasını tamamlayamamış bir coğrafyanın iş dünyasının toplumun genelinin ihtiyaçlarına karşı daha duyarlı ve kucaklayıcı olması beklenir. Zira yurt gerçekliği ve yurt sevgisi sadece maddi zenginlikleri elinde toplamaktan ibaret değildir, olmamalıdır. Bu kadim topraklarda yaşayan halklardan miras kalan kültürel her değerin korunması ve geleceğe aktarılması açısından gereken hassasiyeti gösterme noktasında Diyarbakır iş insanlarına fazlaca iş düşmektedir. Bunun bilincinde olan, bu sorumluluğu taşıyan birçok iş insanı mevcut ancak bunun iş dünyasının bütününe doğru genişlemesi ciddi bir ihtiyaçtır.
“Rabbena, hep bana!” ya da “Nalıncı keseri gibi hep kendine yontmak!” yerine bu kadim coğrafyada paylaşma kültürünü hakim kılarak toplumun bütününün gelişimine katkı sağlayacak bir anlayışta ortaklaşmak olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır.